9/29/11

NotTheBestStart...

Porto'da gösterdiği muhteşem performans ile kupa canavarı lakabını alan bir hoca Villas Boas. Henüz yaşı çok genç olmasına rağmen Menajer öğütme fabrikası Chelsea'nin başına gelmesi kariyeri açısından bir sıçrama olarak gözükse de, Olhananse, Rio Ave, Vitoria Setubal gibi takımlara karşı oynamak gibi değil elbette Premier Lig'de takım yönetmek...Düşmeme mücadelesi veren takımlara karşı oynanan deplasman maçları bile bir final maçı kadar zorlu geçebiliyor kimi zaman.
Elbette ki başarısız sonuçlar alacağı , istenmeyen, arzulanmayan futbol oynadığı dönemler olacaktır Chelsea'nin her büyük takımın yaşadığı istikrarsız dönemler gibi ancak Villas Boas'ın bu sene beni özellikle sinirlerden sinirlere atan bir obsesifliği var ki, zaman zaman Chelsea maçlarında istemsizce küfür eder oldum kendisine....
Dün oynanan Valencia - Chelsea maçı da bunun en yakın örneği...Maçın geneli itibari ile Valencia'ya karşı üstün oynadığını söylemek mümkün Chelsea'nin. Özellikle bu kadar formda giden, Barcelona'yı bile oynadıkları maçta kilitlemeyi başarmış, genç ve koşan bir takıma karşı, taktiği tam oturmamış bir takım adayı olarak gördüğüm Chelsea'nin bu denli üstün oynadığı maçtan 1-1'lik beraberlikle ayrılmasının nedeni olarak görüyorum Villas Boas'ın bu obsesif yapısını...
Tamam Torres'i kazanmaya çalışmak doğru bir yaklaşım olabilir ama bu kadar sabredilmesi artık Chelsea'nin zararına olmaya başladı kanısındayım. Neredeyse aldığı her topu ezen, bırakın doğru paslar atmayı yapması gereken en temel iş olan gol atmayı bile neredeyse beceremeyen bir performans gösteriyor Torres...Hele hele yedeğinde Anelka ve Lukaku'nun oturduğu bir takımda bu kadar istikrarsız bir Torres'te ısrar etmek, hem de bayağı bir süre vererek ısrar etmek, Teknik Direktörlere fazla tahammülü olmayan Abramovich'in sınırlarını zorluyor sanki...
Net kaçan en az 3 gol var Chelsea adına. Başrollerinde de Torres ve Ramires...Şu anki halleriyle asla ve asla Chelsea takımında oynayamaz diye düşündüğüm bu iki ismin Villas Boas'ın adeta banko oyuncuları olması, Chelsea'nin kaybetmeyen ancak zor kazanan bir takım halinde oluşunun başlıca nedenleridir diye düşünmekteyim...
Mourinho dönemini şöyle bir hatırlıyorum da, aynı performansı Villas Boas'tan beklemek hayalcilik olur görüşündeyim Chelsea adına. Hele ki bu sene Premier Lig'de çok değişik futbol oynayan Man Utd'nin, takım olma yolunda emin adımlarla ilerleyen City'nin ve her ne kadar şok sonuçlara imza atsa da sakatların dönmesiyle iyi bir ritm bulacağına inandığım Arsenal'in de şampiyonluk mücadelesine katılımı ile Villas Boas'ın işinin çok ama çok zor olacağı düşüncesindeyim....Lig'de ve Avupa'daki sıralamarı iyi gibi gözükse de Chelsea'nin, oynanan futbol ve özellikle bu kadar kötü işler yapan Torres biraz bile umut vermiyor bana Chelsea adına...

goodesign


barcelonication!


Son yıllarda ama özellikle geçtiğimiz yıldan beri artık abartılarak futbol dünyasının tam tepesine oturtulmuş ve etkili bir çok otorite tarafından yeri günden güne sağlamlaştırılan, bir abide misali tepeye -tepemize- istesek de istemesek de oturtulan bir gerçek var. Barcelona! Öyle ki futbolun artık Barcelona gölgesinde oynanan bir oyun olmasına çanak tutuyor hiç de azımsanmayacak bir kesim.

Yanlış anlaşılmasın tabii ki de bulunduğu başarılı yeri hak ediyor ama bir de manipülatif durumlar var ki beni delirten ve bu tarz bir yazı yazmaya iten de bu yaklaşımlar zaten. Bu durum hiç ama hiç hoşuma gitmiyor diyerekten direkt olarak konuya girerek bir çok futbolsever tarafından tu kakaya, ağır ithamlara, dalga geçilmeye maruz kalmayı kabul ediyorum yazının daha en başından... Bir çok ortamda buna alıştım artık. Barcelona ya karşı neden böyle protest bir yaklaşımda olduğuma gelince... bu benim için denge ile ilgili bir sorun diye açıklayabilirim en kısa ve kestirme yoldan. Güce tapan, en güçlüyü tutan, destekleyen bir yanımda olmadı hiç bir zaman. Belki bu yüzden barcelonalılaşamıyorum bir türlü. Tabii ki barcelonalılaşanlara da saygı duyuyorum. Ama ben bu durumu, bu futbolun evrimini engelleyen güce tapma ve onu kabullenme ve baş tacı etme yolunu kabullenemiyorum.

Denge konusuna gelince... Evet Barcelona şu andaki futbol yapısı ile mükemmel görünüyor. Hatta mükemmel! Bunda tabii ki Messi gibi futbolun evrimleştiği ve geldiği noktada zamanımızın en acaip oyuncusunun da çok büyük etkisi var. Belki de o etki başlı başına bu durumun oluşmasının da sebebidir. Tıpkı bir zamanlar esamesi okunmayan Napoli'nin, yine dönemin, ve belki de tüm dönemlerin en acaip oyuncusuna sahip olduğu dönemde bir kaç yıl boyunca tozu dumana katması gibi... Tabii ki burada söz konusu olan Napoli gibi esamesi okunmayan bir takım değil de zaten bir çok dönemde top seviyede olan bir takıma böyle bir ekstra artifakt da eklenince durumun bu denli etkili olması da normal gibi... Oyuna şifre girilmiş, hack edilmiş gibi bir durum hissetmiyormusunuz siz de bazen Barcelona'nın maçlarını izlerken. İşte ben bu durumdan bir futbosever olarak hiç keyif almıyorum. En fazla canımı sıkan da, her seferinde bitmek tükenmek bilmez bir sekilde, artık masturbasyon alışkanlığına dönmüş bir sekilde bayıla bayıla yanlı anlatan spikerler, yorumcular, yazarlar, hatta hakemler ve hatta bazen oynadıkları rakipler... bu nasıl iştir diye gerçekten sinirleniyorum. İşte dengeyi bozan unsurların en başında bence bu durum var, psikolojik bir önyargı ve bası oluşturmak. Yani bir takım iyi olabilir... İyi oynayabilir... Bütün maçlarını kazanabilir... Bunu kendi bildiğim son 15-20 yılda bile gördüm bazı dönemlerde bazı takımlarda. Ama şu son 2-3 yılda Barcelona ya oluşan sempatinin baska hiç bir takıma bu derece oluştuğunu görmedim. Bu futbolun evrimi, rekabetin sağlığı açısından bana göre hiç hoş bir manzara değil. Yani durum o derece vahim ki, 2 yıl önce Mourinho'lu Inter Barcelona'yı futbol oyun kuralları dahilinde gayet stratejik bir şekilde elediği ve kupayı kaldırdığı zaman, eminim Inter kendi taraftarlarından başka her hangi bir kesimden bu başarısını taçlandıracak, kendilerini övecek, göklere çıkaracak bir jest görmediler. Platini bile kupayı elleri titreyerek verdi sanki. Kendi kanalımızın spikerlerinin Bayern ile oynadıkları final maçını eh anlatalım bari tavrını daha dün gibi hatırlarım. Barcelona'nın bırakın final maçını herhangi bir maçını nasıl coşkulu anlattıklarına zaten her hafta şahit oluyoruz. Hatta sadece Türkiye de değil, geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımda uydu üzerinden bir arap kanalında izlediğim bir Barcelona maçı var ki... gerçekten futboldan soğudum. Bu tarz durumlar tabii ki psikolojik olarak herkesin üzerinde otomatikman bir etki bırakıyor. 

Mourinho'ya saygı duymamın en büyük sebebi ise; futbolun evriminin sağlığı açısından tez-antitez diyalektiğini sürdürmek için Barcelona ya karşı sergilediği rekabet, bu Chelsea zamanlarından beri devam eden bir süreç...  Evet genelde kaybetti ama pes etmeden devam ediyor, üstelik zor yolu seçiyor, sürekli takım değiştirerek geliyor karşısına Barcelona nın ve bu sene bana göre daha da şanslı. Real Madrid şu anda Barcelona'nın antitezi olarak Mourinho tarafından iyiden iyiye oturmaya başlıyor. Bu yılın sonuna kadar ortaya nasıl bir sentez çıkacağını göreceğiz... Barcelona yine tek kutup olmaya devam mı edecek ve yığınlar barcelonalılaşmaya devam mı edecek... Yoksa Mourinho ve Real Madrid bu duruma bu yıl son mu verecek. Tabii ki İspanya dışından bir başka antitezi daha olabilir Barcelona nın, o da özellikle son zamanlardaki performansıyla Manchester United! Bu yılın sonunda bu tek kutuplu düzenin değişeceğini ve futbolun farklı bir kimyasının öne çıkacağını umarak barcelonalılaşan bir çok futbol sever arkadaşıma ve barcelonalılaşmak üzere olan bir çok futbolsevere bu densiz yazıyı okumaya katlandıkları için teşekkür ederim.

9/28/11

Against Spurs


Enteresan şeyler oluyor bu sene Premier Lig'de...Manchester takımlarının ilk haftalar itibari ile domine ettiği bir lig'de Chelsea dışında başka bir Londra takımının henüz beklenen performansı gösterememesi, özellikle uzun zamandır şampiyonluktan uzak olsa da ligin istikrarlı ve güçlü takımı Arsenal'in bu haftaya kadar ortaya koyduğu performans şaşırtıcı.
Tottenham ve Fulham ise güven vermeyen bir görüntü çiziyor. Kadrosu ve oynadığı futbol tarzı ile hücumcu bir yapıya sahip olan Tottenham'ın sahasında City'e 5 gollü mağlubiyetinden sonra toparlanması, tekrar kendine gelmesi biraz vakit alacak gibi. Gerçi 3-0'lık Liverpool galibiyeti ile beraber biraz olsun taraftarının gönlünü kazanmalarına rağmen bu maçta rakibinin 9 kişi kalmasıda galibiyette önemli etken oldu bu açık. Van Der Vaart'ın sakatlığı, Bale'in henüz beklenilen performanstan uzak oluşu, uyum sorununu bir türlü atlatamayan Rus Yıldız Roman Pavlyuchenko'nun istikrarsız görüntüsü ve üstüne takımdan gönderilen Peter Crouch...Takımın en istikrarlı iki adamı Modric ve Lennon bu zor zamanlarda güven duyulan isimler.
İngiltere futbolunda Londra takımlarının benim için her zaman ayrı bir yeri vardır. Elbetteki bunda kendimi taraftarı olarak gördüğüm West Ham'ın da etkisi büyük ancak geçmişten gelen Zola, Vialli, Di Matteo sevgisi nedeniyle Chelsea'nin ve Henry - Pires ikilisi nedeniyle Arsenal'in de kredisi büyüktür bende.
Avrupa arenasında bekleneni veremeyen City ile bu seneki görüntüsünde, Rooney'in bireysel performansının oldukça etkli olduğu ve onun sakatlanmasının ardından önce lig'de Stoke City'e ve dün de sahasında Basel'e puanlar kaptıran Man Utd'nin sezon sonuna kadar aynı performans ve istikrar ile gidebilmesinin zor olacağı kanatindeyim.
Umuyorum ki önümüzdeki haftalarda Arsenal ve Tottenham ile beraber Fulham'da daha başarılı sonuçlar alarak lig yarışına ortak olabilirler.
Arsenal'in rekorlar kırdığı seride, zorlu Spurs deplasmanında ortaya çıkan şu kareyi tekrar yaşamak biz futbolseverler için hiç de fena olmayacaktır sanıyorum...

You Are Genius

Gözden kaçmış olabilir efendim. 2010 dünya kupasındaki en başarılı tasarımlardan biri olarak değerlendiriyorum...

9/26/11

Ctlnysntspain

Pazar sabahı saat 7'de kanalda olmanın verdiği sinir ve hüzün, bir önceki geceden üzerime binmiş uykusuz kafa hali, asla geçmeyeceğini düşündüğüm 9 saatlik mesai ve daha aklıma gelmeyen birçok olumsuz ruh yapısına rağmen, kendimi avuttuğum tek nokta akşam oynanacak Barcelona - A.Madrid karşılaşmasını evimde rahat rahat izleyebiliyor olacağımdı. 
Daha geçen haftadan başladı bazı anlamsız tartışmalar.  

Her hafta La Liga'da şampiyon değiştiren birçok futbolsever arkadaşımın içindeki heyecanı biraz da tebessümle izlemekteydim. 

Atletico Madrid'e transfer olması ile beraber, bütün yaz boyunca şike şaibe tartışmaları ile unutulan futbolun gündemini biraz olsun değiştirebilen Atletico'lu Arda'nın, uzay takımı (!) olarak nitelendirilen Barcelona karşısında yapacakları, birçok fanatik Galatasaraylı arkadaşların deyimi ile Arda mı? Messi mi? tartışmasının netice bulacağı Barcelona - Atletico Madrid maçının başlamasına kısa bir zaman vardı en nihayetinde...

Aslına bakarsanız futbolla, özellikle Avrupa Futbolu ile biraz ilgili insanlar, yani sadece maçların skoru ile değil de takımların oynadığı futbol ile ilgilenen kişiler için bu karşılaşmanın neler getirebileceği, aşağı yukarı nasıl sonuçlanabileceği pek de zor tahmin edilebilecek bir yapıda değildi. Kaldı ki maç sonunda ortaya çıkan sonuç da bu kişileri pek yanıltmadı.

Taraftarı oldukları futbol klüplerinin forma renkleri maalesef bazı insanların başka renklerden ve tadlardan haberdar olamamasına neden oluyor. Bunu, daha Arda Türkiye'de futbol oynarken yapan zihniyete sahip  insanlar, bir sene boyunca yokları oynayan Arda Turan'ın o zamanki çektiği sıkıntılarda başrol oynayan insanlardı kanımca. 

Yetenekleri ile şu an bir çok futbol otoritesi tarafından Maradona ile karşılaştırılan bir futbolcunun, ülkemizde bazı spor medyası tarafından, kariyeri henüz Galatasaray ile sınırlı olan ve Avrupa arenasına henüz adım atmış bir futbolcu ile karşılaştırılmaya çalışılmasını zaten hiç ciddiye almadım ancak bu durumun Arda Turan'ın psiklojisinde olumsuz bir yapıya neden oluşturduğunu da inatla söyledim birçok Galatasaraylı arkadaşımın beni kıskançlıkla (?) suçlamasına rağmen.

Başından beri sorulmasını abes bulduğum bir sorunun cevabı Cumartesi günü ekranlarda yanıtını buldu bu arkadaşlar için. Elbette ki Barcelona takımı ile, o futbol mantelitesi ile, o oturmuş yapı ile, o takım gibi takım ile henüz takım olmaya adım atmış bir Atletico'nun başa çıkması imkansız dı. Bu zaten bilinen bir gerçek. Bu nedenle Arda'nın performansının da tam olarak asli performansı olmadığı aşikar. 

Yahu geçtim istatistiği, geçtim kimin daha iyi takım olduğunu. Bir gram çıkarılırsa şu at gözlüğü, eminim hem Arda, hem de pazarlıklara girmeden, karşılaştırma yapmadan, sadece iyi futbol izlemek için ekranların başına geçen bizler, şu güzel oyun'dan çok daha fazla zevk alacağız diyorum. Net...

9/23/11

Love Football. Play Football


Biz futbol tutkunlarının, özellikle de bu oyunu gerçekten oynamaya fırsat bulamayıp sadece izleyerek ve oynayarak kendini tatmin eden zavallı bizler için hayatımızda futbol oyunlarının ne kadar önemli olduğu üzerine fazla açıklama yapmaya gerek yok aslında. Bir maçı izledikten sonra veya bir maç üzerine tartışmalar yaşanırken; fazla uzatma da aç şu oyunu orada konuşalım gibi meydan okumaları... kız arkadaşına söylediği bir yalan ile arkadaşlarının evindeki turnuvaya katılma çabalarını... telefon ile gecenin bir vakti bir arkadaşı online maça davet etmeler... oyunu oynama şeklinden tutunda, oturulan yerin konforuna kadar her türlü detay üzerine yapılan amansız tartışmalar gibi pek çok enteresan durumu eminim bir çoğumuz yaşıyordur. Futbol oyunları konusunda Pro Evolation Soccer (PES) ve FIFA severler olarak ikiye ayrılmış bir tayfa vardır. Ben FIFA sevenler ve oynayanlar tarafındayım ve bana göre özellikle son iki yıldır FIFA gerçekten bu işi iyi sunuyor önümüze. Oyun estetiği, atmosfer, zorluk seviyesi, online platform kalitesi ve playlistinin güzelliğine kadar çok daha iyi gelir bana PES'den.

Geçtiğimiz günlerde "Love Football. Play Football" ana temalı çok güzel bir reklam kampanyası ile FIFA 2012'yi duyurdular. Reklamı gerçekten çok beğendim. Reklam için anlaşılan Rooney, Pique, Kaka ve Karim Benzema gibi yıldızların önüne çıkan biz isimsiz kullanıcılar fikri çok hoşuma gitti. En nihayetinde bu oyunu oynayan ve golleri, asistleri ve tüm hareketleri onlara yaptıran biz zavallı kullanıcılar değilmiyiz :) Özellikle yıldız futbolcuların sakatlanan kullanıcıyı sedye ile saha kenarına taşıması çok başarılı bir detay. Her neyse oyun 30 Eylül'de piyasaya çıkıyor ve turnuvalar için şimdiden söylüyorum takımım Milan!


9/22/11

Animal Factory

Birkaç yazı evvelinde ufak bir Inter analizi yapmıştım. Gasperini'nin takımın başına geçmesinin, Mourinho'nun Inter'den ayrılmasından sonra hızla düşüşe geçen Inter adına büyük bir hata olduğunu ve kendine has sistemi ile savruk bir futbol oynatan hocanın gidişatının pek de iyi olmadığı kanısındaydım ki an itibari ile Inter klübünden gelen açıklama, Kısa süren Gasperini döneminin de sona erdiğini bizlere gösterdi. 

İtalya futbolunu yakından tanıyan tecrübeli hoca Ranieri artık Inter'de. Menajerlik kariyerindeki en büyük başarıları Valencia koltuğunda otururken kazanan ve yaklaşık 2 senedir Roma'nın teknik direktörlüğünü yapan kurt hocanın, Inter döneminde Gasperini'den daha iyi bir performans göstereceğini düşünüyor olsam da, Şu haldeki kadro yapısı ve takımın motivasyon durumuna bakacak olursak, Avrupa'nın en çok sürprizlere açık ligi'nde işinin çok da kolay olmayacağını düşünmekteyim. Tabi yakın geçmişte Roma'nın başındayken 3-0 önde olduğu Genoa maçından 4-3'lük mağlubiyetle ayrılmasından sonra, İtalyan medyasının ona karşı takındığı dalga geçer tavrı ve Menajerlik yapısına duyulan saygının ve  inancın birçok İtalyan futbolseverde kaybolmasına rağmen,Yine de Milan-Napoli üstünlüğünde geçmesini tahmin ettiğim Serie A'ya yeni bir soluk ve yeni bir heyecan getirmesini umuyorum....

Loverman...

Avrupa futboluna kazandırdığı futbolcular ile bir ekoldür Porto. Hemen hemen her sene Porto'dan, Avrupa'nın isimli büyük klüplerine transfer olan futbolcular görmekte ve genelde bu futbolcuların gittikleri takımlara çabuk uyum sağladığını gözlemlemekteyim. Genelde geleceğe yatırım yapan ve muhtemel yıldız adaylarını takımlarına kazandıran bir yapıya sahip olan ve gelenin gideni pek de aratmadığı bu takımda her sene hem kendi liginde hem de Avrupa arenası'nda etkileyici ve güzel performanslar izletirler bize. Savunmasından Carvalho'yu kaybetse yerine Otamendi gibi bir adamı bulur çıkarır. Meireles gibi bir ortasaha meastro'su bile gitse, gider Guarin gibi bir adamı bulur getirir, oynatır ve Scout'ların listesine sokar. 
Geçtiğimiz sezon hem Portekiz ligi'ni hem de Porto'nun Avrupa arenasında rakiplerini sürklase etmesini sağlayan çok önemli bir hücum kurgusu vardı Porto'da. Hulk-Varela-Falcao temelli, son derece uyumlu ve kuvvetli olan bu 3'lünün belki de en kritik adamı Porto'dan Atletico Madrid'e transfer olduğunda genelde konuşulan konu, Porto'nun Falcao gibi bir oyuncuyu kaybetmesinden sonra yerine onun eksikliğini giderebilecek bir oyuncu bulup bulamayacağı değil de, Falcao'nun yeni takımında neler yapabileceğiydi. Çünkü her sezon bu tarz oyuncuları takımdan göndermesine rağmen, yerine buldukları oyuncular ile performansını aynen devam ettirebilen bir Porto'ya tüm futbolseverler alışkın vaziyette. 
İspanya liginde 4. haftayı de geride bırakmış durumdayız. Şöyle bir baktığımızda Falcao'nun Atletico formasına çok çabuk ısındığını ve şu ana kadar, Forlan-Agüero ikilsini aratmadığını, hatta bırakın aratmayı, bu ikilden daha fazla katkı sağladığını söylemek mümkün. 
Son 3 senedir izlediğim en etkili ve kuvvetli forvetlerden biri Falcao. Napoli'deki Cavani ile beraber izlediğimde beni heyecanlandırmayı başaran ender forvetlerden biri. 
Hücum yapısını neredeyse tamamen değiştiren ve yeni transferleri Arda-Diego-Falcao üçlüsü ile ne kadar sürede uyumlu bir hücum yapısı oturtacakları merak edilen Atletico Madrid bu uyum sorununu çabuk çözmüşe benziyor. 
Osasuna ile oynadıkları sezon açılışı ve oynadığı futbolla taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanarak, Soldado gibi bir forvetle adeta uçuşa geçen Valencia maçlarını takımın uyum sürecini atlatması olarak düşünürsek, takımın şu anki halinin rakiplerine kolayca baskı kuran ve üstünlüğünü hissettiren bir yapı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz muhtemelen.
Geçtiğimiz sezon çok savruk bir futbol sergileyen Agüero ile Dünya kupası'nda gösterdiği performanstan çok uzak bir performans göstererek hayal kırıklığı yaratan Forlan'ın gitmesi sonrası yapılan transflerin takıma pozitif yönde etki etmesi Atletico'nun en büyük şansı olarak gözükmekte.
2 haftadır rakip kaleleri boş geçmeyen ve şimdiden 5 gole ulaşan Falcao'nun sezon sonu istatistiklerini de şimdiden heyecanla beklemekteyim....

9/21/11

Two Slices of Pizza in Island


İtalyan futbolu benim için her zaman bir adım önde olmuştur. Aklım erdiği dönemlerden beri; alakalı her konu açıldığında kendimi hararetle İtalyan futbolunu savunur veya överken bulurum. Bazen saplantı haline geldi diye de geçiririm içimden ama bir türlü kabullenmem bu durumu... Bazen tartışmalar öyle garip noktalara gider ki... Örneğin konu mutlaka Serie A nın diğer liglerle olan kalite kıyaslanmasına girer. Bu noktada özellikle İngiltere Premiere Ligi ile karşılaştırma öne çıkar. Tartışmalar alevlenir... Önemli bir nokta da Avrupa futbol ülkelerinin tarihinde bu iki ülkenin oyuncuları kendi liglerinin dışında çok nadir boy göstermişlerdir. İlginç olan bir diğer nokta ise, böyle nadir durumlarda adayı tercih eden İtalyan futbolcuların ciddi iz bırakmasıdır. Tersi bir durum pek söz konusu olmamıştır. En azından ben bilmiyorum. Ama büyük pizzadan adaya sipariş edilmiş iki dilim pizzayı çok iyi biliyorum. Gianluca Vialli ve Gianfranco Zola.

Gianluca Vialli, Sampdoria yıllarında inanılmaz performansıyla önce Doria tribunlerinin daha sonra tüm italyanların dikkatini fazlasıyla çekti. Bugün Sampdoria'nın başarılarına bakıldığında; kazandığı tek Serie A şampiyonluğu, kazandığı dört İtalya kupasının üçü, kazanılmış UEFA Cup Winners' Cup, UEFA Cup Winners' Cup finali ve European Cup/Champions League finali Vialli'nin üst performans oynadığı dönemlerdir. Dönemin transfer konusunda elini cebine atmaya hiç çekinmeyen takımı Juventus o dönem dünyanın en pahalı transferini gerçekleştirip Vialli'yi kadrosuna katmıştır. Vialli ise durmamış performansına kaldığı yerden devam etmiş ve Juventus ile de Avrupa'da hem kupa bir, hem de kupa iki de kupa kaldırmıştır. 1996 yılında 33 yaşındayken Chelsea kendisini transfer ettiğinde bir çok başarıya doymuş ve ne verebileceği soru işaretleri ile birlikte adaya gelir. Chelsea o dönemlerde şimdiki gibi şampiyonluk mücadelesinden çok uzaktır ama Vialli'nin bulunduğu üç sene içerisinde bir lig kupası, bir FA Cup, bir UEFA Cup Winners' Cup ve bir UEFA Super Cup kazanılmıştır. Vialli Chelsea'de son bir buçuk yılında hem oyuncu, hem teknik direktör olarak görev almıştır. Bazı maçları hala hatırlıyorum. Eeeh yeter! edasıyla oyuna girer ve maçı bizzat çözerdi. Chelsea ve tüm ada için onun bulunduğu bir kaç yıl çok fantastik geçmiştir. Adaya iz bırakmış bir fenomen olarak hatırlanacaktır.

Ve Gianfranco Zola... Zola diğer İtalyan yıldızlardan farklı olarak gerçek yükselişini Chelsea forması ile yaşadı. Bunun kendi adıma en büyük sebebi, Napoli'de Maradona'nın estiği dönemlerde virtüozlük özelliklerini sahaya yansıtma şansı olmamasıydı. Napoli'den Parma'ya geldiğinde artık büyük Maradona gölgesinden çıkmış ve bildiğimiz Zola kimliğini kazanmaya başlamıştır. Parma ile bir UEFA kupası, bir de UEFA Super kupası kaldırmıştır. Oynadığı futbol ile de tüm İtalya'yı kendine has tarzına hayran bırakmıştır. 1996 yılında, -bu aynı zamanda Vialli'nin de Chelsea'ye geldiği senedir- Chelsea'ye transfer olan Zola, Chelsea tribünlerine o güne kadar hiç tatmadıkları lezzetler tattırmaya başlamıştır. Tam yedi yıl Chelsea'de oynayan Zola, klüp tarihinin en önemli isimlerinden biri olarak adını Stamford Bridge'e kazımıştır.

Bu iki İtalyan'ı, onların adaya getirdiği kendilerine has tatları olan futbol tarzlarını Chelsea taraftarları ve Premiere Lig her zaman hatırlayacaktır.

Pull The Trigger


Gasperini'nin gelmesini bir türlü anlayamamıştım aslında. Hangi akla hizmet, hengi muhteşem beynin ürünüdür emin değilim ancak, 2008 yılında klübe adım atması ile Inter klübüne tarhinin altın çağ'ını yaşatan Mourinho'nun takıma ve klübe kattığı ne kadar pozitif yapı varsa hepsini silip süpürdü Inter yönetimi.

2009-2010 senesinde kazanılan Serie A, Coppa Italia, UEFA Şampiyonlar Ligi ve FIFA Dünya Klüpler Kupası'nın ardından bir klübün bu denli düşüş ivmesine geçmesini, Mourinho'nun takımdan ayrılmasına bağladı birçok insan. Aslında hak vermemek de elde değil. Chelsea'dan ayrılışını hatırlıyorum Mourinho'nun. Chelsea taraftarları stadın etrafında toplanmış "Come Back Mourinho" diye haykırırlarken, belki de klübün yaşadığı Altın dönem'in ne denli büyük bir ivme ile düşeceğinin farkındaydılar sanki.
Inter klübünde bugün yaşanan sıkıntıların, kazanma alışkanlığı olan bir takımın bu alışkanlığını ve yapısını gün be gün kaybedişinin tek sorumlusu olarak Gasperini'yi görmek haksız bir davranış.
Adam oynattığı sistem'de hep ısrarcı oldu bu güne kadar. 3-4-3 yapısını kendine ilke edinmiş ve bu yapıdan vazgeçmeyen bir hoca Gasperini. Inter yönetimi bunu bile bile bu hocayı takımın başına getirdiyse eğer, daha öncelerinde Benitez'i hoca olarak klübe kazandırıp, Oynattığı yapının İtalya gibi sert ve fiziksel kuvvete bağlı bir ligde olmayacağını bile bile kararında ısrar ettiyse Inter yönetimi. Milan'da ne yaptığı belli olmayan ve taraflı tarafsız herkesin eleştirilerine mağruz kalan bir hoca'yı, Takımı yönetmesi için klübün başına getirmişse ve bu yanlışları arka arkaya yapıp, hiçbir hatadan ders almadan inatla yapmaya devam ediyorsa, bugün Gasperini'yi acımasızca eleştirmenin, birazcık da olsa haksızlık olacağı kanaatindeyim. 2 sene önce Barcelona'yı Şampiyonlar Ligi'nden eden bir takım kurgusunun, bugün kendi sahasında Trabzonspor'a yenilen bir yapı haline gelmesinin nedenlerini Inter yönetiminin dikkatli incelemesi gerektiğini düşünmekteyim. Yoksa Gasperini zaten kötü hoca o konuda fikrim değişmez.


9/19/11

Looking for Eric


Film önerisi yazma amacıyla, kafamda bir kaç film dönerken bloğu açtım ve Royalbug tarafından bloğa gönderilen Premiere Lig efsanelerinden Fowler üzerine yazılmış bu güzel yazıyı okuduktan sonra, yine aynı dönemlerin bir başka efsanesi Cantona geldi aklıma... Hayır! hayır! Bu Cantona ve yaptıklarıyla ilgili bir yazı yazıyorum anlamına gelmesin.

Hiç yolumdan şaşmadan film önerisi olan yazıma devam ediyorum. Futbol tutkusu, Cantona ve basit bir adamın, ve onun basit yaşam mücadelesinin iç içe işlendiği;
2009 yılında Filmekimi kapsamında izlediğim ve çok beğendiğim bir film. Futbol tutkunu olduğu bilinen usta İngiliz yönetmen Ken Loach tarafından yönetilen film,
oldukça yalın anlatımı ve mükemmel detaylar içeren diyalogları ile kafamda yer etmişti. Hatta özellikle bir diyalog vardı ki... Filmin kahramanı Eric Bishop, Cantona ya kariyerinde ki en beğendiği anı sorar. Burada ki diyalog, Cantona'nın cevapları ve diyaloğun sonu gercekten süperdir.

Sinopsis: 30 yıl önce çok sevdiği karısı Lily (Stephanie Bishop)’nin kızını dünyaya getirmesinden sonra bir şekilde onları terk eden ve bu olaydan dolayı bir türlü kendini affetmeyen, 50lerine gelmiş bir Manchester United taraftarı olan postacı Eric Bishop (Steve Evets), hayattan kopmak üzeredir. İlk eşine ulaşmak ister ama hiçbir şekilde bunu başaramamaktadır. Sonraki evliliğinden kalan iki üvey oğlu ile birlikte aynı evi paylaşmaktadır ve artık onlara da söz geçirememektedir. Odasında yer alan Eric Cantona posterine bakarak Cantona ile dertleştiği bir gün karşısında Eric Cantona’yı bulur. Dertleşmeye başlarlar. Futbol ve hayat üzerine konuşurlar. Cantona ona hayata tutulması gerektiğini anlatmaya çalışır. Hayatın da aslında futbol gibi takım oyunu olduğundan tek başına bir şey yapmanın zorluklarından, risk almadan bir şey başarılmadığından bahseder. Eric bir yandan Lilly ile kontak kuracak cesareti bulur ama bir yandan da oğullarından Ryan’ın (Gerard Kearns) mafya ile başı beladadır…




The Sniffer God...


Soğuk bir havanın eşliğinde, sıkıcı ve rutin geçen sıradan bir iş gününün gidişatını bozan ses, fanatik Galatasaraylı patronumuzun, akşam oynanacak Galatasaray-Liverpool maçı için elinde davetiye olduğunu söylemesi ile bozuldu. Çocukluğumun takımı, hayranı olduğum futbol klübü, İkitelli'deki Olimpiyat stadına geliyor ve benim bu takımı izleyebilmem için gerekli ortam patronum tarafından sağlanıyordu. Stadın bulunduğu yeri, gidiş çilesini, dönüş çilesini, rüzgar çilesini, maç için olumsuzluk yaratabilecek her unsuru bir kenara bırakmamı sağlayan çok önemli bir etken vardı o akşam sahada.


Efsane olduğu klübe geri dönen ve dönerken taraftarı tarafından "11 numaralı tanrı, cennete hoş geldin" diyerek karşılanan Robbie Fowler sahadaydı o gün.

Futbol kahramanım, futbolu sevme nedenlerimin en büyüğü o akşam olimpiyat stadının çimlerine ayak basacak ve ben bu adamı, bu futbol emekçisini, bu efsane ismi canlı olarak izleyecektim.

Sadece çok yetenekli ve üstün bir forvet olduğu için değildi ona olan hayranlığım. O benim gözümde gerçek bir fenomendi. Saha içindeki esprili yapısı ve hayata karşı duruşu ile gerçek bir stardı benim için.

Premier Lig'de oynadığı ilk 3 sezonda 30 gol barajını aşabilen tek futbolcu (ki buna Serie A, La Liga ve Bundesliga da dahil), premier lig tarihinin en hızlı hat trick yapan forveti, her acidan ve noktadan yaptığı öldürücü vuruşlarla izleyenleri kendine hayran bırakan bir futbol adamı. İngiltere'de 2 defa "yılın en  iyi genç oyuncusu" seçilmiş bir yetenek... (ki bunu başaran diğer isimler Ryan Giggs ve Wayne Rooney'dir)
Takım arakadaşı Steve McManaman'ın deyimi ile "tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi golcüsü"

Ancak tüm bunların yanında ona olan hayranlığım asıl ve asil nedeni, geldiği yere, yetiştiği ortama, büyüdüğü İngiltere'ye karşı, tüm popüler yapısına ve şöhretine rağmen asla sırtını dönmemiş olmasıydı. Attığı golden sonra Liman işçilerine verdiği destek, Everton taraftarının kendisini kokainman olarak lanse etmesinden sonra, Everton maçında attığı golün ardından, beyaz saha çizgilerine eğilip kokain çekermiş gibi yarattığı komik ve yaratıcı ambians ona olan hayranlığımın duygusal boyutta da artmasının en büyük nedeni diyebilirim. Gerçi maç bittikten sonra Liverpool teknik direktörünün "Sanıldığı gibi değil, Fowler aslında çimleri yiyordu" açıklamasına rağmen Federasyonun verdiği 4 maçlık cezadan kurtulamamış ancak bunu çok da fazla sorun etmemiş bir yeşil saha meddahı...
Aklıma gelmişken, bir de Arsenal maçında yapmış olduğu efsane bir hareket vardır ki, bu hareket ile hem İngiltere'de hem de Avrupa'da çok büyük yankı uyandırmış, taraflı tarafsız herkesin saygısını kazanmıştır. İkili mücadele sırasında yerde kalan ve hakemin kendi lehine penaltı vermesine sebep olan pozisyonun sonrasında, hakemin yanına gidip, Arsenal savunmasının faul yapmadığını, kendisinin ceza sahasında düştüğünü, pozisyonun penaltı olmadığını belirtmesine rağmen, hakemin penaltı kararında ısrar etmesinin ardından topun başına geçip, topu bilerek kaleciye nişanlaması ile sansasyonel bir futbolcu olduğunu bu sansasyonel hareketle ispatlayan efsane bir forvet...Maçın ardından basın mensuplarının, "penaltıyı neden bilerek kaçırdın?" sorusuna, "bilerek kaçırmadım, sadece çok kötü bir penaltı vuruşuydu" diyebilecek kadar mütevazi bir yıldız...

İlerleyen saatler, maçın başlama düdüğü, Futbol efsanesi Robbie Fowler'in, Galatasaray ağlarına gönderdiği iki gol ve tüm sert, kötü, kızgın bakışlara rağmen, Fowler'in attığı her golde çılgınlar gibi sevinip, çığlıklar atan ben. Gerçi efsane olarak gördüğüm bir futbolcunun, canlı olarak, gözlerimin önünde 2 gol attığını gördükten sonra o kadar insanın bana verebileceği zararın gözümde 1 gram bile değeri yoktu sanırım. Hem nasıl zarar verebilirlerdi ki bana. O gün oranın tanrısı yanımdaydı. Hem de attığı 2 gol ile.....

Not: Yazı Blog'umuzun yeni yazarı royalbug'a aittir...

Same Old Shit...

Efendim kim ne kadar takip eder, kimin ne kadar umrundadır elbette bilinmez ancak, iskandinav ülkelerinde de enteresan goller atılıyor kimi zaman. Bir zamanlar Şampiyonlar Ligi'nin demirbaş takımlarından biri olan, ancal şu sıralar kendi liginde Şampiyonluk mücadelesi vermekten öteye gidemeyen IFK Göteborg takımının 2006-2007 sezonunda Örebrö deplasmanında 4-0 kazandığı maçın içinde atılan enteresan bir gol var. Latin ülkelerinin futbolcularında sıklıkla rastlanan Yumuşak Bilek(?) özelliğinin ispatı niteliğinde, estetik bir gol. Peru'lu Andres Vasquez sanki görerek ve bilerek atıyor bu şık golü. Şimdiye kadar izlemeyenler için jakomasita'dan takipçilerine gelsin. Buyursunlar efendim....

It Could Be Sweet...

Çoğu futbol yorumcusu tarafından,bir futbol takımının en stratejik bölgesi olarak kabul edilir Orta Saha. Özellikle oyunu çift yönlü oynayabilen orta saha oyuncuları günümüz futbolunun vazgeçilmez adamları olarak değer görür.Malum, Türk futbolunda bu özelliğe sahip oyuncu sayısı oldukça az. Zaten az olan bu oyuncuların da bir çoğu futbol döneminin son zamanlarını yaşamakta. Emre Belözoğlu, Türk futbolunun bu mevkide en uç örneği olarak kabul edilse bile, Selçuk İnan, Ceyhun Gülselam, Necip Uysal, Mehmet Ekici gibi genç ve yetenekli isimler de, bu futbol mantığında oynayan ve tecrübe kazandıkça daha da etkili oyuncular haline geleceklerine inandığım isimler.

Geçtiğimiz sezondan beri dikkatimi çeken ve oynadığı futbol ile beni kendisine hayran bırakan bir genç yıldız adayından bahsedelim biraz. Takımı Eskişehirspor'un bu sezon en stratejik ismi olarak görünmekte. Oyun zekası yüksek, bilekleri yumuşak ve iyi pas dağıtan, doğru tercih yapan genç bir isim. Eğer Eskişehirspor'u biraz takip ettiyseniz bahsettiğim ismin kim olduğunu tahmin etmişsinizdir muhtemelen...

Alper Potuk 8 nisan 1991 doğumlu, henüz 20 yaşında gencecik bir isim. Bülent Uygun'un gönderilmesinin ardından Eski Galatasaray Teknik Direktörü Skibbe'nin gelmesiyle bir anda oyun yapısı değişen Eskişehirspor'un en önemli ve stratejik adamı olarak görevini yerine geitrmekte. Skibbe bu oyuncudaki potansiyeli gözden kaçırmamış anlaşılan. Gerek geçtiğimiz hafta Beşiktaş maçında, gerekse Sivas deplasmanında oynadığı etkili futbol ile, iyi kurgulanmış bir takımı adeta maestro gibi yöneten Alper Potuk, geçtiğimiz sezon şans bulduğu maçlarda ortaya koyduğu performansın yanıltıcı olmadığını ispatlar nitelikte. Çok değil 1-2 sene sonra onu Büyük klüplerde görmek beni şaşırtmayacaktır. Gün itibari ile seyretmesi en keyifli takımlardan biri olarak gördüğüm Eskişehirspor'un, beni en çok heyecanlandıran futbolcusu statüsünde. 

Her ne kadar, bu sene bu Türkiye ligini takip etmeyeceğini söyleyen bir çok arkadaşım bulunsa da, hala Türkiye'de iyi futbol oynayan takımlar ve futbolcular olduğuna sonuna kadar inanan bir isim olarak, taraflı tarafsız herkese Eskişehirspor'un maçlarını takip etmelerini ve özelikle Alper Potuk ismine dikkat etmeleri gerektiğini söylemekten bir gram bile çekinmiyorum efendim.

What A Legend...


Jean Alain Boumsong...Bir savunma oyuncusunun yapmaması gereken ne kadar saha içi aktivitesi varsa hepsini yapmaktan çekinmeyen büyük bir efsane...Futbola Fransa'nın Le Havre takımı ile başlayan, ardından gösterdiği performans(?) ile sırasıyla Auxerre, Glasgow Rangers, Newcastle United, Juventus, Lyon formalarını giyen ve şu an Yunanistan'ın köklü klübü Panathinaikos çatısı altında futbol yaşamını devam ettiren yeteneksiz yetenekli...Nam-ı Diğer "Boum Boum"



























Football is Freedom


Bob Marley ismi söylendiğinde genellikle bir çok insanın aklında ilk belirenler; mükemmel Reggae parçaları, rasta tarzı saçları ve marihuana ile yakın bir hayat tarzıdır. No Woman No Cry, Three Little Birds, One Love... gibi efsane parçalarının o rahat ritmleri, ne zaman çalarsa çalsın bünyelere bir rahatlık enjekte ediverir. Oysa ki Bob Marley'in pek ön plana çıkmayan, ama kendisi için fazlasıyla önemli bir yönü daha vardır. Bu rahatlık veren güzel parçaları oluştururken kendisini rahatlattığı alan Futboldur. Bob Marley tam bir futbol tutkunudur. Sürekli futbol maçları izler ve koyu bir Santos taraftarıdır. Haliyle en fazla beğendiği futbolcu da, dönemin en iyi futbolcusu Pele'dir. Garip bir benzerlik de; Bob Marley müziğe, Pele de futbola 15 yaşında başlamıştır. Bob Marley 1970 yılında, bir Brezilya gezisi sırasında; Ariola isimli bir kayıt stüdyosuna bağlı Brezilyalı müzisyenlerden oluşan bir grup, sokak çocukları ve 1970 Dünya Kupasında forma giymiş Brezilyalı futbolcu Paulo Cesar ile beraber bir sokak futbolu organize edip oynamışlardır. Hatta bu küçük organizasyonda Brezilyalılar kendisine 10 numaralı Santos forması verip, sen de Pele gibi her yerde oynayabilirsin esprisi yapmışlardır. Futbol ile bu derece yakındır Bob Marley ve bu tutkusuyla ilgili güzel de bir laf söylemiştir: Football is a whole skill to itself. A whole world. A whole universe to itself. Me love it because you have to be skilful to play it! Freedom! Football is freedom.


This Is It...

Hollanda liginde bir kural gibidir adeta. Hemen hemen her sene avrupa futbolunu yepyeni yıldız ve yıldız adayları ile tanıştırırlar. Bu yetenekli ve genç oyuncuları genelde avrupa'nın büyük takımlarına satar ve asli görevi olan oyuncu yetiştirme mesleğine ivedi olarak geri dönerler. Neden böyle bir "Wiki" stayla bilgi ile girizgah yaptığımı hemen ilerleyen cümlelerde daha net açıklayabileceğim umarım. Efendim ne futbolcular geldi ne futbolcular geçti Ajax klübünden. Ibrahimovic gibi bir yıldızın bugün bu kadar büyük bir forvet olmasını ve bizim onu izleme şansı elde etmemizi, onlara borçlu olduğumuzu düşünmekteyim. Hollanda liginin hücum manteliteli yapısının, orada oynayan futbolculara ekstra özellikler kattığı kanısındayım şiddetle. Geçen seneden beri dikkatle izlediğim oyunculardan biri üzerine ufak bir analiz yapmak istiyorum. Oyunu her iki yönüyle oynayabilen, son derece yetenekli, son derece zeki ve oldukça seri bir ortasaha oyuncusu her geçen maç, her geçen hafta, her geçen ay futbolunun daha da üstüne koyarak kendini geliştirmekte. Eğer Ajax'ı biraz takip ediyorsanız, bahsettiğim futbolcunun da kim olduğunu tahmin edeceksinizdir. Yaşı henüz 22 olmasına rağmen bence şu anki haliyle bile Avrupa'nın birçok üst düzey takımında forma giyebilecek kalitede olduğunu düşündüğüm bu futbolcu Siem De Jong...Geçtiğimiz sezonu 12 golle kapatan ancak bu gollerin çoğunu en kritik anlarda en kritik maçlarda atan oldukça efektif bir ortasaha oyuncusu. Avrupa'daki bir çok futbol klübünün çektiği orta saha sıkıntısına ilaç olabilecek yetenekte ve kalitede bir adam. Hemen hemen her hafta izledğim Ajax maçlarında istisnasız bütün maçlarda öne çıkan Siem De Jong, bu performansını devam ettirebilirse çok vakit geçmeden Avrupa'nın önde gelen klüplerinde kendine yer bulacaktır diye düşünüyorum. Bize biraz uzak olan ve genelde Türkiye'de çok da fazla takip edilmeyen Hollanda ligini biraz daha dikkate almak için de bir neden. Onun saha içinde yaptıklarını izlemek bana oldukça keyif vermekte.Umarım yakın zamanda onu Avrupa'nın daha büyük klüplerinde, daha büyük başarılarla izliyor oluruz...Ha bir de unutmadan. Tıpkı onun gibi Hollanda'da gösterdiği performans ile Ada yolunu tutan ve El Etihad (Man City)'de yaptıkları ile "kasap" ilan edilen Nigel De Jong ile sadece soyadı benzerliği göstermesi dileğiyle....

9/18/11

Where's the keeper???


Henüz biten maçın ardından sıcağı sıcağına, belki de biraz kızgınlıkla yazmak zorunda hissettim kendimi. Tamam daha önce de gördük örneklerini. Büyük paralar verilip, büyük umutlarla transfer edilen, büyük(?) futbolcuların, beklenmedik derecede kötü, istikrarsız, faydasız performanslarına şahit olduk. Ancak İspanya'nın dünya futboluna kazandırdığı en önemli forvetlerden biri olarak gösterilen(!) Fernando Torres'in Chelsea forması altında Man Utd'a 3-1 mağlup olduğu maçta kaçırdığı öyle bir gol var ki ne anlatılabilir ne yorumlanabilir. Villas Boas'ın öğrencisini kazanma çabası takdire şayan ancak futbolcunun bu çabaya bir türlü karşılık verememesine rağmen ısrarla tercih edilmesi ve geleceğin en önemli forvet adaylarından Lukaku'nun takımda yer bulamaması anlaşılabilir değil. Kör Topal bir futbolla idare eden Chelsea'nin bu tür maçlarda ortaya koyacağı performans bir çok futbol otoritesi tarafından merak edilmekteydi. Sanırım Torres'in Man Utd maçında kaçırdığı gol, takımın bu seneki konsantrasyonun kısacık bir özeti....

The Divine Ponytail


Ne de güzel yıllardı 90 lar...
Büyük bir klişedir ama hiç de haksız değildir.
Üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen hala bir çok alanda özel ve orijinal olan nice değerli taşı bu yıllarda bulmak mümkün. Bazıları pırıl pırıl parlayan yada özellikle parlatılan herkes tarafından değerli lanse edilenler -ah bu lanet olası populer kültür- Ama bazıları vardır ki... değerli değil özeldir. Olduğundan daha değerli yada değersiz hale getirilemeyecek kadar saf ve orijinaldir.

Kendi değerleri ve kendi ölçüleri vardır. O lanet olası; cilalayıp, değer biçilir hale getirip, metalaştırıp zaman zaman da öğütücü olan popüler kültür tarafından dokunulamamış cevherlerdir bunlar. Ele alacağımız alan futbol ise, benim nezdimde en özel taşlardan birisi de Roberto Baggio'dur.
Nam-ı diğer Il Divin Codino (The Divine Ponytail).

1982 yılında Vicenza da başlayan profesyonel kariyerini, 2004 yılında Brescia'da noktaladı. Kariyerinin hiç bir döneminde İtalya dışına çıkmadı, çıkamazdı. İtalya'nın her köşesine ışığını yaymakla meşgul bir peygamber gibiydi. O asla bir takım ile özdeşleşmedi. Bir ülkede -ki futbolda dünyanın 3 büyük ülkesinden biri- futbolun peygamberi ilan edildi.
Vicenza'da geçen 2 yıldan sonra 1985 yılında Fiorentina'ya geldi Baggio ve futbol tanrıları tarafından vahiylerin gelmeye başladığı, peygamberliğinin de ilan edildiği yer Fiorentina oldu. O nun bulunduğu zamanlar Fiorentina taraftarları kendilerini kutsanmış gibi hissediyorlardı. Zaten ayrılık zamanı geldiğinde günlerce süren isyan olaylarında 50 nin üzerinde yaralı oluşmuştu Fiorentina'nın o güzel sokaklarında. Baggio, Juventus'a hayır denilemeyecek kadar iyi bir paraya -dönemin en pahalı transfer ücretine- satılmıştı. Giderken Fiorentina taraftarlarına bir mesajı vardı; "kalbimin derinlikleri her zaman mor".
Sadece bu da değildi. Fiorentina'yı ve taraftarlarını ne kadar çok sevdiğini Juventus forması ile çıktığı ilk Fiorentina deplasman maçında gösterdi. Bu efsanevi bir hareketti...
Juventus lehine verilen penaltıyı kullanması için Baggio bekleniyordu topun başına, ama Baggio penaltıyı atmayacağını belirtti. Bu bir disiplinsizlikti ama o sırada o şekilde hisseden Baggio'nun bu hiç umurunda değildi. Hocası bu tavır karşısında onu kenara aldı. Kulübeye yaklaşırken kendisine tribünlerden atılan bir Fiorentina atkısını öpüp, boynuna atıp o şekilde yedek kulübesine oturdu. Juventus ile büyük başarılarla dolu geçen 5 yıl, Milan ile 2 yıl, Bologna ile 1 yıl arkasından Inter ile 2 yıl ve en son durak Brescia ile 4 yıl. İtalya içerisine mümkün olduğu kadar ışığını yaymaya çalışan bir futbol peygamberi.
Baggio'nun Azure rengi ile Dünya Kupalarında yaydığı ve sadece italyanların değil tüm dünyanın gördüğü ışığı ve bazı efsanevi olayları ise başka bir yazı konusu...

Hala zaman zaman açıp Baggio'yu izlediğim zamanlar bu ışığı görürüm ve hissederim. Büyük bir sanatçının yarattığı bir esere bakarken hissedilen bir histir bu benim için.
Futbolu en iyi icra etmiş olan sanatçıdır kendisi benim için.



I Did It

Avrupa futbolunu domine eden iki takım olduğu söylenir durur memlekette sıklıkla. Guardiola'nın kupaları silip süpüren Barcelona'sı ve Crazy Stayla Mourinho ve mahdumları Real Madrid. Teorik olarak evet bu iki takım almışta başını gitmiş kategorisinde değerlendirilmekte. Ancak ve zira değinmek istediğim konu tam da bu noktada bambaşka bir durum. Bir italyan takımı var ki, 2 senedir oynadığı futbol ile, kadro kalitesi ile, ortaya koyduğu performans ile Barca'dan da, Real'den de daha fazla heyecanlandırmakta narin bünyemi. Yaptığı transferler ile son senelerin gündem oluşturan klüplerinden biri olan El Etihad klübü (Man City) ile İngiltere'de oynadıkları Şampiyonlar ligi karşılaşmasında ortaya koydukları performans, geçen seneki başarılarının tesadüfi bir durum olmadığı konusunda en azından beni ikna etti. Slovak orta saha Marek Hamsik, İsviçre-Türk orjinli Gökhan İnler ikilsi Avrupa'nın en sağlam ortasaha ikililerinden biri olarak değerlendirilebilir kağıt üzerinde. Ancak bunun sadece teoride değil, pratikte de doğru bir kurgu oldu son maçta açık ve net olarak görüldü. Lavezzi ve Cavani'den oluşan forvet hattı, geçen seneki Falcao fırtınasından sonra, avrupa'da en çok konuşulan ve yeni sezon başlamadan önce bu oyuncular hangi takıma transfer olacak sorularını sıklıkla gündemde tutan bir ikiliydi. Napoli, takım iskeletini kesinlikle bozmadığı gibi, bir çok avrupa klübünden daha iyi olarak gördüğüm kadrosuna Gökhan İnler takviyesi yaparak bu sene Milan ile İtalya liginde amansız bir şampiyonluk yarışına hazır olduğunun sinyallerini verdi. Gasperini yönetiminde yokları oynayan Inter'in içler acısı durumunu göz önüne alıp, Enrique ile sahada ne yaptığı belli olmayan bir Roma'yı da buna eklersek, muhtemelen İtalya liginde Milan - Napoli çekişmesine sürpriz olarak katılabiliecek tek takım Juventus olarak gözükmekte. Geçen sene şampiyonluğu hak ettiğini düşündüğüm Napoli'nin bu sene de Lig'de önemli galibiyetlere imza atacağını düşünmekte ve imkanınız oldukça bu takımın maçlarını takip etmenizi de nacizane önermekteyim efendim...

Uninvited

Aktif olarak Futbol oynayan oyuncular içerisinde izlediğim en iyi forvettir Zlatan Ibrahimovic. Kuvvetli fiziğiyle, oyun zekasıyla ve muhteşem bitiriciliği ile gittiği her klüpte başarı ve başarılar yaşamış "Winner" kategorisinde bir oyuncudur garip gönlümde. Son olarak Twente ve Ajax arasında oynana Hollanda Kupası finalinde Bryan Ruiz'i izleyene kadar, Ibrahimovic stilinde ikinci bir oyuncunun daha var olduğunu düşünmüyordum. Aslında uzunca bir dönem takip ettim Twente'yi. Bol bol izleme imkanı da bulmuştum ancak, Ruiz'in 2 senede kendini bu kadar geliştirmesi şaşırttı beni. Kupa finalinde 10 kişi kalan ve yoğun bir Ajax baskısı altında geçen maçta beraberliği korumaya çalışan Twente'de Ruiz'in oyuna girdiği dakika maçın ve Ruiz'in kaderinin değişmesine sebep oldu. Maçı Twente'ye getiren muhteşem golü atmakla kalmadı, bir pivot forvet olmasına rağmen, ileri 3'lünün her yerinde rakip savunma oyuncularını adeta eze eze maçı Twente'ye kazandırıp, Hollanda kupasının kazanılmasında büyük rol oynadı. Aslına bakarsanız kendini bu denli geliştirmiş bir forvet oyuncusunu (ki henüz 25'inde) avrupa'nın çok daha büyük klüplerinin transfer etmesini bekliyordum. Ancak çabuk davranan klüp Premier Lig'den Fulham oldu. Elbetteki eski hocası Martin Jol'un Fulham'ı çalıştırıyor olması önemli bir etken ancak Fulham taraftarı ve Premier Lig takipçileri çok enteresan geçmesini beklediğim bir Ruiz hegamonyasına hazır olmalılar diye düşünüyorum. Tabi bu yazıyı yazarken, aklıma büyük umutlarla City'e transfer edilen ancak Premier Lig tarihinin en büyük hayal kırıklıklarından biri olan Rolando Bianchi geldi. Gelişi ona benzedi ama sonu ona benzemeyecek diye umut ediyorum....

You Don't Wanna...

Türk futbolseverinin standart, stabil, değişmez yorumlarının kahramanlarından biri de Arsene Wenger hakkında söylenenler. Elbetteki her sektörde olduğu gibi spor dünyasında da nankörlük vazgeçilmez unsur. Taktiksel yapısı değişkenlik göstermeyen bir hoca Wenger. Rakip kim olsa değişmez. Pozitif Futbol (ne demekse) anlayışından vazgeçmez. Genelde transfer politikası beğenilen hocadır. Sansasyonel transferlerden çok avrupa futboluna kazandırılacak futbolcular önemlidir Wenger için. Senelerdir bu mantalitede devam eden yapısı şundan 2 sene öncesine kadar taraflı tarafsız herkesin takdir sınırları içinde iken bu sene çok farklı yorumlar ve engizisyonlar kurulmakta. "Ne yapmaya çalışıo bu adam" diyeninden, "yahu koskoca Arsenal'i ne hale getirdi" diyen futbol fukaralarına rastlıyoruz her hafta sonu. Man Utd hezimeti, zorlanarak kazanılan Swansea maçı, Şamp liginde Dortmund beraberliği ve son olarak Blackburn'e kaybedilen 4-3 lük maç. Arkadaşlar arasında yaptığımız konuşmalarda, Gooners için bir dönemin kapanmaya yakın olduğu yorumu ortak kararımız gibi gözükmekte olsa da, futbol'un basitliğini savunan bir kaç dinozor'dan biri olarak gördüğüm Wenger'in bu denli acımasızca eleştirilmesi dertlere salıyor beni. Kurtuluş reçetesini hepimizden iyi biliyor elbette Fransız hoca. Tüm avrupa klüplerinin maddi sıkıntılarla boğuştuğu, ülke ekonomilerinde yaşanan sıkıntıların doğal olarak spor dünyasına da sıçraması, Seydi'lerin, Şeyh'lerin birer birer satın aldığı avrupa klüpleri. Arada can çekişen bir kaç onurlu klüp kaldı gördüğümüz. Maçlar kazanılır, kaybedilir, hezimetle de sonuçlanabilir. Ancak işin içinde onursuz bir yapı olduğu müddetçe kazanılan başarılar yalandır fukara gönlümde... Varsın Eto'o Anzhi klübüne transfer olmasının nedeninin para ile ilgisi olmadığını söylesin, Nasri'nin El Etihad'e gitmesinin ardında kendini kanıtlamak olduğunu söylemesine de inandığımız varsayalım hadi......

And The New Season Begins...

Uzunca bir derlenme toparlanma, tasarı ve filtrlenme aşamasından sonra blog'u tekrar aktif hale getirmeye karar vermiş bulunmaktayız dev jakomasita ekibi tarafından. Avrupa futbolu hakkında çok da geniş olmayan tespitlerimiz ile enteresan şeyler yapma peşindeyiz. Haydi bakalım...