10/4/12

Fresh Meat...

Bu senenin en dikkat çekici takımlarından biri de West Ham. Çekiçler bu sene eskisi gibi.

Merseyside'ın kırmızılarına rekor bir transfer ücreti ile gidip, fiyat-performans dengesine bakıldığında koskocaman bir hayal kırıklığı yaratan Andy Caroll'un West Ham'a katılması ile beraber, hücum hattını Vaz Te gibi istikrarsız bir adama bırakmış olan takımın gol yollarındaki problemi bir nebze de olsa çözülmüş durumda. 
Henüz Diarra'dan bir katkı görülmemiş olmasına rağmen, Sam Allardyce'in geçtiğimiz sene takıma kazandırdığı mücadeleci yapının meyvelerini toplamaya başladılar.
Uzun yıllardır deplasmanda bu denli rakibine üstünlüğünü kabul ettiren bir West Ham daha izlememiştim. Kevin Nolan tek kelimeyle muhteşem. Scott Parker'in takımdan gitmesinden sonra, orta saha'daki lider oyuncu kim olacak sorusunun kısa kesilmesinin sebebi Nolan. Menajerlik oynayan güruh'un fazlasıyla kullandığı Box to Box ortasaha modelinin Premier Lig'deki en net temsilcilerinden biri. 
Buna rağmen halen ciddi savunma problemleri var. Tomkins her ne kadar maç oynadıkça üstüne koysa da, tecrübeli bir isme kesinlikle ihtiyaç duyuyorlar. 
Milli kaleci Robert Green kendisine defalarca şans verilmesine rağmen, bu şansı iyi kullanamadı. 
Takımın futbol yapısındaki bu gözle görülen upgrade'in en önemli sebeplerinden biri de Jaaskelainen. Performans olarak Green'in çok ötesinde. Topu oyuna iyi sokuyor ve Lig'i çok ama çok iyi tanıyor.  Tam bir Tecrübe abidesi.
Allardyce'in yaptığı doğru transfer hamleleri, 2 sene öncesinin küme düşen loser kimlikli yapısını fazlasıyla değiştirmiş durumda. Özellikle bu seneki Londra derbilerini sabırsızlıkla beklemekteyim. Haftasonu Qpr'e karşı oynanılan futbol'u sezonun geneline yaymaları halinde, birçok ingiliz spor yorumcusunun, "Ligin yeni asansörü" yorumunu yedireceğe benziyorlar. İngiltere gibi bir ligde her daim varolması gereken bir futbol klübü West Ham. Hem daha İngiliz futboluna kazandırılması gereken çok fazla isim var. Yıllardır bu yükü üstlenen bir klübün, bu ligde olmaması büyük eksiklik olurdu. Sevincim bu sebeptendir...

9/27/12

Baby's On Fire

Dumanı üstünde taptaze bir gündem konusu. Sıcağı sıcağına yazmakta büyük fayda var. West Ham yıllarından hastası olduğum Alan Pardew Newcastle ile olan sözleşmesini 8 sene uzattı. Bir diğer değişle 2019-2020 sezonuna kadar Pardew Newcastle'da. Kağıt üzerinde görünen durum bu. Aslına bakılırsa Yakın dönem Newcastle tarihi, Pardew öncesi ve Pardew sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. Championship'e düşmelerinin ardından, tarihi boyunca hiç yaşamadığı bir çöküşten klübü kurtaran bir isimden bahsediyoruz. Çok doğru transfer hamleleri elbetteki belirleyici oldu bu konuda. Hele ki geçtiğimiz sene yapılan bir Papiss Cisse transferi var ki, Atletico'da Falcao ne ise, Cisse de Newcastle için o. Daha da fazlasını yapacaklar diye düşünüyorum. Dibi görmüş bir klübü, yeniden eski günlerine döndüren biri isim Pardew. İngiltere'de en tehlikeli deplasmanlardan biri haline geldi St. James's Park. Zamanında aynı misyon Upton Park'taydı. Bir takımın küllerinden yeniden doğması konusunda oldukça başarılı bir Rol Model haline geldi Newcastle United. Pardew ile yapılan bu sözleşmeye klüp ne kadar bağlı kalacak bu bilinmez ancak, İngiltere gibi bir futbol ülkesinde böylesine cesur işleri yapabilen 3-5 klübün arasına artık Newcastle'ı da rahatlıkla ekleyebiliriz sanırım.

6/10/12

Belle Belle!


İçimden bir ses bugün o özlediğim İtalya'yı, turnuvalarda bir klüp takımı kimyasına bürünen İtalya'yı göreceğimi söylüyordu. Bugün bu maçın konusu açılınca bu hissimden bahsedip, bu maçı İtalya'nın kaybedeceğini sanmıyorum diye de bir öngörüde bulundum. Ayrıca İspanya ile ilgili de hissettiğimi ekleyiverdim; İspanya'nın Barcelona temalı futbol anlayışının yine dirençli ve kontrollü baskın Avrupa futbol mantalitesi tarafından çözüldüğünü düşünüyordum. Bu da bir Dünya Kupası değil en nihayetinde, iş Avrupa Şampiyonasına gelince daha ilk maçlarda dirençli savunma yapıları, disiplinli alan savunmaları ve kontrollü oyundan taviz vermeyen oyun anlayışları İspanya ve Hollanda gibi pasa ve yaratıcılığa dayalı takımların işlerinin hiç kolay olmayacağını gösterdi. İyi bir İtalya'da oyunun bu tarafını dünyanın en iyi uygulayan takımlarındandır.

İspanya orta sahası bir anlamda Messi'siz Barcelona orta sahası ve bu aslında ciddi bir handikap. Barcelona bile bu sene bir çok kilit maçta, ceza sahasına adam kaçırma taktiğine alternatif uygulayamadığı için kaybetti. Üstelik Messi gibi bir artifakta sahip olmalarına rağmen. İspanya'nın oynadığı futbola bakınca yine yoğun pas trafiğiyle gelip, ceza alanına atılan toplarla pozisyon aradılar sürekli ve golü de o şekilde buldular. Maça santrforsuz başlayan bir İspanya beni çok şaşırttı açıkcası. Demek ki dedim farklı atak organizasyonları denemek Del Bosque'nin çok da umrunda değil. Ben sadece bu yönümle İtalya'yı yenerim diye düşünmüş olmalı. Golü de o şekilde buldu yine de kendisine saygı duyuyorum tabii ki sonuçta bu bir tercihdir! Ama ben bir futbolsever olarak İspanya'nın sürekli aynı şeyi deneme çabalarından sıkıldım. Oysa ki bu kadro, bu yetenekli adamlar çok daha fazlasını yaratabilecek durumda. Liorente gibi farklı özellikleri olan bir santrfor neden hiç kullanılmaz. Neden hala Torres tercihi yapılır. Bunlar açıkcası İspanya'ya karşı beni negatif tutuma iten sebepler. Maç başlıyor ve hepimiz step by step İspanya'nın neleri deneyeceğini, neler yapacağını tahmin ediyoruz, biliyoruz. Sonraki sahnesi tahmin edilen vasat filmlere dönüşüyor.


İtalya'da en fazla dikkat çeken ve beni heyecanlandıran özellik ise yapılması gereken en doğru savunma şeklini yaparken aynı zamanda İspanya gibi bir takıma nasıl hücum yapılır sorusunun cevaplarını veren pozitif futbol anlayışları oldu. Keyif veren bir futbol ortaya koydular. İspanya gibi tek bir yoldan değil bir çok farklı yoldan atak denemeleri yapıp izleyenlerde heyecan yarattılar. Hatta bu detayı da vermeden geçemeyeceğim. Maçı üç kişi izliyorduk ve fazla futbol ile ilgisi olmayan bir arkadaşımız bile İtalya'nın ne kadar güzel oynadığını söyledi ve İtalya'yı desteklemeyi tercih etti. İspanya topu alıp hazırlık paslarına başladığında yarım kalan muhabbet devam ediyor İtalya topu alıp atağa kalktığında muhabbet kesiliyordu. Kadroyu gördüğümde canımı tek sıkan isim Cassano oldu. Bu adam ne zamandır futbol oynamıyor ne işi var böyle bir maçta diye söylendim. Maçın başında orada olması gereken Giovinco idi zaten ki oyuna girdiği andan itibaren nasıl bir dinamizm getirdiğini gördük. Prandelli'nin tek hatası buydu bence. Onun dışında İtalya'ya 90'lı yılların kimyasını geri getirmiş gibi görünüyor. Marchisio çok iyi oynadı hele bir gelişine vuruşu var ki gol olsa sanırım bu turnuvanın en iyi golü olurdu. Pirlo resmen ışıldıyor. Turnuvalarda tüm sayısal değerlerine en az 2 level-up yapıyor bu adam. 

Balotelli konusunda fazla bir eleştiri getiremiyorum kafa karıştıran yapıda bir futbolcu. Ama tahminim Prandelli önümüzde ki maça Di Natale ile başlayacaktır. İtalya bu dinamik yapısıyla Di Natale'nin yaş handikapını ortadan kaldırır diye düşünüyorum. Sonuçta tartışmasız Balotelli'den çok daha iyi son vuruşlar yapabilen bir isim. Attığı golde de bunu çok net gösterdi. Defans hattı neredeyse hatasız oynadı, kanatlar -özellikle Maggio- topla çok iyi çıktılar. Sadece bir kere İspanya'ya asla yapılmaması gereken hatayı yaptılar ve golü yediler. Bu noktada İtalya beni çok şaşırttı çünkü genelde bu tarz maçlarda özellikle golü bulduktan sonra çok iyi kapanacağını düşünmüştüm ama çok dağınık yakalandılar. Azzurrileri beğendim, hem de çok beğendim belle dedim belle :)

Deutschland Turned To OldSchool

Lafı hiç dolandırmadan Almanya'da; özellikle de bu yılın en büyük favorisi apoletiyle karşımıza çıkan -ki benim de bir numaralı favorimdi- bu takımda 2010 Dünya Kupasında ki kadar coşkulu, istekli ve makine düzenini estetik işleten o dinamik yapıyı göremediğimi söyleyebilirim. Löw'ün o cesur kararlar alabilen yenilikçi yönü gitmiş yerine geleneksel tutum sergileyen bir hoca tiplemesi gelmiş sanki... Almanya Dünya Kupası ve elemelerdeki herkesin takdirini toplayan Dortmund ruhu ile hareket eden bir takımken, bugün karşımıza tekrar Bayern Münih ruhuna bürünmüş, eskimiş gibi geldi. Bu nasıl girizgah adamlar kazanmış, hemde Portekiz gibi güçlü bir takıma karşı diyenler olabilir. Maç boyunca Almanya ile ilgili bunları hissettim ve bu durum bana göre galibiyetten daha önemli. Ayrıca alınan galibiyet üzerine konuşmaya kalkarsak burada da futbolda ki şans faktörü Almanya'nın fazlasıyla yanındaydı. Gol olması beklenmeyecek bir ortadan, Gomez tamamen kişisel becerisiyle inanılmaz bir vuruş yaparak golü getirdi. Hummels, Badstuber ve Neuer'ın maçın en önemli oyuncuları olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliyorsam demek ki sıkıntı var. Bu arada Almanya bu hal-i ruhiyesiyle de finale kadar yürüyebilir ama bu zaten her zaman olan bir durum olduğundan üzerinde fazla durmaya gerek yok. Maçın büyük bölümünde Almanya'nın yaratıcı ve hızlı atak organizasyonu yapamadığını gördük. Löw'ün yanında bu yıl Bundesliga'ya damga vurmuş Götze, Schürlle ve Reus gibi oyuncular varken bu hız ve yaratıcılık gereken zamanlarda Podolski ve Müller gibi ağır kalan oyunculara tercih etmeyişi çok garantici bir tutum. Kazandığı için haklı mı, kesinlikle hayır. Löw bu tutumunu sürdürmeye devam ederse, bugün gördüğüm Danimarka savunmasına karşı bile üretkenlik sağlayamaz. Löw'ün tekrar oyuna ve kadroya cesur müdahalelerini bekliyorum. Umarım bu şekilde devam etmez ve yine göze hoş gelen bir Almanya izleriz. Yoksa futbol varolduğundan beri Almanya zaten bir şekilde kazanıyor.


Portekiz'in maçı kazanmaya daha yakın bir futbol oynadığını düşünüyorum. Ellerinde ki iş yapabilecek silahları gayet iyi kullandılar ama maalesef adamların iyi bir santrforu yok. Ronaldo'yu daha bir takıma kendini vermiş gördüm. Bu turnuvaya damga vurmak istiyor. Maç boyunca klasik Ronaldo kimliğini sahaya yansıtmaya çalıştı ve bazı anlarda bunda başarılı oldu. Bu takımın ekstra bir şeyler yapabilmesi için de Ronaldo'nun ekstra oynaması gerekli zaten. Dediğim gibi ona ve Nani ye yardımcı olabilecek yapıda bir santrfor olmaması Portekiz adına büyük şanssızlık. Öyle çok da mükemmel değil, biraz vasatın üstünde bir santrforları olsa bu maçı kazanırlardı. Postiga ile Almeida ile ya da bugün sonradan oyuna giren genç Oliviera ile bu seviyede maçlarda işleri zor. Bu yoklukta ilk onbirde Postiga yerine Oliviera ya şans verse daha iyi olur kanımca. Geçtiğimiz Dünya Kupası ve grup eleme maçlarına göre Portekiz çok daha iyi bir noktada ve bu halleriyle Hollanda ve Danimarka maçlarında şansları daha yüksek.

3/16/12

Wasted Years...

Q7 ve çetesi başlıklı gazete manşetlerinin fazlalıkla gündemi meşgul ettiği yanıltıcı dönemleri hatırlıyorum ve bugüne bakıyorum. Ortada portekizli bir çete varsa bunun ispatını bugün İngiltere'de S.Lizbon'lular yaptı. Sezon başında İngiliz klüplerinin bu sene Avrupa'da hüsran yaşayacaklarını, Devils'in Bilbao'ya hem de Avrupa Ligi'nde, City'nin ise Lizbon'a hem de sahasında 2-0 geriye düşerek elenecekleri söylense büyük gülerdim. Hele ki İngiltere'nin Avrupa bazında tek başarılı(!) klübü Chelsea olacak denilse, ortamdan hızla koşarak uzaklaşırdım. 
İngiltere'nin futbol bazındaki bu ekstrem düşüşü kolay kolay açıklanabilecek cinsten değil. Büyük umutlarla, büyük paralar harcanarak kurulan Man City'nin, Lizbon'a elenmesi sadece İngiltere için değil tüm futbolseverler için büyük bir sürpriz. Mancini'nin oyun kurgusu ve maça yaklaşım tarzı oldukça laubali bir yapıdaydı. Ancak her ne olursa olsun City'nin en kötü halinin bile, Portekiz'de Porto ve Benfica hegamonyası altında ezilmiş durumda olan Sporting'i rahatça elemesi gerekirdi. 
Sezon sonunda takımdan gönderileceği konuşulan Mancini için ise yönetimle arasındaki bağın kopma noktasına geldiğini söylemek artık pek de zor değil. Yaramaz çocuk gibi onu da isterim, bunu da isterim tarzında transfer planlaması ile giden bir hoca'nın, istediği tüm konfor sağlanmasına rağmen bu denli büyük bir başarısızlığa imza atması, bunun yanında yavaş yavaş lig'den de kopuyor oluşu gidişatın Mancini adına karanlık olduğunun göstergesi...

3/15/12

One Day I Will Kill You...

Chelsea'ye gönül verdiğim zamanlar, Di Matteo'lu,  Vialli'li,  Zola'lı dönemlerdi. Zaten klüp Rus milyardere satılmadan evvel en önemli başarılarını da bu İtalyan ekolünün hakim olduğu dönemlerde kazandı. Özellikle Vialli'nin gelişi ile beraber bambaşka bir motivasyon, bambaşka bir istekle futbol oynamışlardı. Elbette o zamanlardan bu zamana gerek futbol yapısı, gerekse futbolcu yapısı fazlası ile değişti. Bu doğrultuda klübün zenginleşmesi ile transfer stratejisi ve hedefler değişti. Kağıt üzerinde daha pahalı, daha etkili, daha yıldız futbolcular ile süslenen Chelsea takımı da Mourinho gibi bir dahi ile hedeflenen başarılara emin adımlara yürür vaziyetteydi. Yoğun taraftar baskısı ve medya'nın eleştirilerine rağmen Mourinho'nun takımdan gidişi ile takımın kimyası da bir anda değişti. Abramovich döneminde Chelsea takımı bir çok hoca ile çalıştı. Hiçbiri Mourinho kadar etkili olamadı. Son kurban Villas Boas'tan sonra klüp başkanının hamlesi merakla beklenirken, klübün başına eski efsane Chelsea'li Di Matteo getirildi.
Dün 3-1'in rövanşında Stamford Bridge'te Vialli'li, Zola'lı Chelsea'dan sahneler görür gibi oldum. Rakip,  İtalya'nın hırçın çocukları Napoli. Chelsea tam bir kaynayan kazan görüntüsünde. Hoca'nın gönderilmesinin üstünden fazla vakit geçmemiş. Squad Harmony yerlerde sürünmekte ve karşılarında bu turu geçme konusunda oldukça kararlı bir Napoli var. Psikolojik unsurların aleyhine olduğu gerçeği alenen ortada olmasına rağmen, beklenmedik derecede istekli, arzulu ve yırtıcı bir Chelsea izledik dün. Maçın normal süresini 3-1 önde tamamlayan Maviler, uzatmada Sırp savunmacı Ivanovic ile turu getiren golü bulduğunda, Chelsea taraftarının boşa geçen bir Premier Lig sezonuna daha da fazla üzülmeleri kaçınılmaz oldu sanırım. Daha sezonun başında kendini belli eden Villas Boas'ın Chelsea'sinde bu kadar ısrar edilmeseydi, bu hamle daha erken gerçekleşmiş olsaydı Chelsea için herşey bambaşka olabilime olasılığı fazlaca...
Israrla yazıyorum, söylüyorum, kızıyorum ancak dün bir defa daha görüldü ki kağıt üzerinde büyük yıldız olup da takımla ilgisini kesmiş bazı isimler var Chelsea'de...
Maç bitiminde Di Matteo'nun çocuklar gibi sevinerek zıpladığı ve Drogba'ya sarıldığı anlarda, Napoli'ye karşı turu geçmiş olmanın mutluluğunu zerre kadar umursamayan ve başı önde soyunma odasına giden "Torres" resmini kameralarda gördüğümde, Chelsea'nin bu seneki problem ve problemlerinin neler olduğunu birkez daha açık ve net bir şekilde teyid ettim. Hele bir de o umursamaz Torres'in boynuna atlayıp çırpınan Di Matteo'nun keyif verici hali, hele hele Torres'in bu tepki karşısında neye uğradığını şaşırması nereden bakarsanız muhteşem bir Futbol resmi.

3/14/12

Kamikaze Boys...

Mücadelenin gittikçe kızıştığı bir Serie A sezonu yaşanmakta. Namağlup ancak 14 beraberliği bulunan Juventus kalesi düştü düşecek. Kaybetmeme istikrarı örnek bir performans ancak sezonun ilk yarısına göre futbolunda ciddi düşüş yaşayan bir takım  görüntüsünde Zebralar...İbrahimoviç ve Boateng'in çılgınlaştığı Milan'da ise işler yolunda gözükmekte. Taraftara bir türlü güven vermeyen Allegri için de son zamanlardaki performansı sonrası söylemler ve eleştiriler ciddi anlamda hafifledi...Zebralar ile puan farkını 4'e çıkarmış durumdalar ve Şampiyonlar liginde de yollarına devam ediyorlar. Sezonun flaş takımı Udinese geçen hafta kaybetse de futboluyla güven vermeye devam ediyor. Tam bir takım görüntüsündeler ve bu doğru gidişat onları önümüzdeki sezonlarda daha kalibreli bir takım haline getirecektir. İtalya'nın son yıllardaki gururu Napoli'de ise ligdeki dördüncülüğü ve son 10 maçta sadece bir mağlubiyet yüzü gören performansı ile geçtiğimiz seneden flashback'ler yaşatmakta bizlere. Özellikle bu sene Lavezzi'nin senesi. Performansı ile Cavani'yi bile gölgede bırakmış durumda. Gargano-Hamsik-Gökhan 3'lüsünden oluşan orta saha yapısı Avrupa'nın birçok takımında yok. Doğru transfer planlamasının yanında elindeki kadroyu da doğru kullanan bir oluşum Napoli...Bir de üvey evlat görünümündeki Inter var ki eyvahların, azapların, hayal kırıklığının kaynağı görünümündeler...Lig'in bitmesine daha 11 hafta olmasına rağmen 27 maçta aldıkları 11 mağlubiyetin neresinden bakılırsa bakılsın açıklanabilitesi yok. Rezalet durumdalar. Öyle ki, parma, cagliari, atalanta, catania gibi klüplerden daha fazla mağlubiyet yaşamış durumdalar ve ellerinde tutunabilecekleri tek dal olan şampiyonlar ligi'nden de dün itibari ile elendiler. Hem de kendi sahalarında, hem de fransa ligi'ndeki istikrarsız görüntüsüyle Marsilya'ya...Gasperini döneminde bile bu kadar kötü futbol oynamamışlardı sanırım. Sahada ne yaptıklarına dair en ufak bir fikrim yok. Saha dizilişlerinden tutun da kademe anlayışsızlıklarına kadar bomboş bir takım görüntüsündeler. Özellikle dünkü hüsrandan sonra Ranieri'nin kendisini San Siro ışıklarından aşağıya bırakabileceği düşüncesindeyim...

3/5/12

Das Cabinet des Dr. Caligari...

Yavaş yavaş Chelsea Blog'u olma yolunda ilerliyoruz sanırım. Dün yazılmış bir "Villas Boas ne zaman gönderilecek" yazısının üstünden henüz 24 saat bile geçmeden Portekizli hoca gönderildi. Aslında uzun zaman önce gerçekleşmesi öngörülen ancak henüz gerçekleşmiş bir olay. İşin enteresan yanı Ranieri ile istediklerini yapamayan Inter'in bir numaralı opsiyonu olarak gözüküyor Villas Boas...Elbette ki Inter'in probleminin gerçekten bir teknik direktör değişimi ile çözülebileceğini düşünüyorsa Inter yönetimi fena halde yanılmaya devam ediyor. Mourinho ile İtalya Ligi şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu başarılarının ardından, gelen hiçbir hoca dikiş tutturamadı Inter'de. Şurası kesin ki Inter'in seri şampiyonluk döneminde, ne Milan ne de Juventus alışıldık görüntüsündeydi. Şike skandalının ardından toparlanma sürecinde bir Juventus. Nihayetinde bu sene olması gerektiği gibiler... Milan için de aynı durum söz konusu. Veteranspor'dan Gençlerbirliği'ne dönüş süreci tamamlandı. Winner bir forvete sahipler. Şüphesiz ki Zebralar ile şampiyonluk için bir numaralı aday konumundalar. 
Inter için teknik adam değişikliğinden çok kadro revizyonu şart gibi duruyor. Bu sene için "kayıp" başlığı Inter için doğru tespit. Önümüzdeki sene için yeniden yapılanma sürecine geçilmediği müddetçe ne Milan ne de Juventus'un performansını yakalamaları zor. Villas Boas etkisi ne yönde olur elbette ki bir muamma. Gerçi henüz dedikodulardan ibaret bir durum. Ancak italyan medyası sağlam dayanakları olmadan böyle bir haber geçmezler sanırım...
Nedense sevemedim Portekizli hocayı. Enteresandır, Porto ile gösterdiği über performans sonrası yeni Mourinho diye adlandırılmasından mıdır? Mourinho ismi altında ezildi bitti gibime geliyor. Chelsea'dan gönderilmesi elbette kendi performansından dolayı bu kesin. Ancak Porto'dan erken ayrılması da kendi aptallığından burası da kesin...Bu arada yakın bir zamanda bir Udinese analizi yapmaya planlamaktayım. Zira geçen sene Napoli bu sene de Udinese. Çılgın atıyor İtalyan klüpleri...


3/3/12

Mr.Murdoch Yes...

Mourinho'nun Inter'e gidişinin ardından Chelsea taraftarlarının "Come Back Mourinho" tezahüratları hala gözümün önündedir. Avrupa'da bir benzeri daha oldu mu yakında. Görmedim, duymadım. Sanki Blues taraftarları olabilmesi muhtemel gözüken bir geriye gidişi önceden sezip bir uyarıda bulunuyorlardı Moskova'nın İngiltere şubesine...Grant,Ancelotti,Hiddink ve Porto'daki insan üstü performansı ile Villas Boas...Mourinho'dan sonra gelenlerin hepsi hüsranla sona eren maceraları ile gönderildiler bu koltuktan...Gerçi Hiddink için esktra bir parantez açmakta fayda var. Çok kısa bir sürede yarım sezon için geldiği Chelsea'da, özlenen Mourinho performansına en çok yaklaşan da Hiddink oldu...
An itibari ile halen devam eden Chelsea macerasında sona çok yaklaştı Villas Boas...Maddi yatırımlar sonrası bambaşka bir kimliğe bürünen Chelsea'nin son macerası...
Şimdiden birçok futbolsever yeni kurban'ın kim olacağı konusunda tartışmalara girmiş vaziyetteler. Elbette ismi geçen bir çok Teknik Adam var. 
Benim bildiğim, duyduğum, adı en çok geçen adam Jürgen Klopp...Dortmund takımını özlenenen seviyeye getirmiş, geçen sene kazandığı şampiyonluktan sonra bu sene de Bundesliga'da lider bulunan bir takımı yönetmekte. Zannediyorsam sözleşmesini de uzattı.
İki temel nokta var bu durumu ve olabilecekleri anlatan...Alman ekolü ile benzerlikler gösteren bir oyun yapısı var İngiliz futbolunun. Bu anlamda Klopp için konsantrasyon sıkıntısı yok gibi. Fizik üstünlüğe dayalı futbol yapısı ile dikkat çeken bir hoca'nın tam da aradığı lig...Ancak diğer mevzu işi çıkmaza sokuyor...Medya ve Abramovich...Premier Lig'i takip eden insanlar için Abramovich konusunda çok fazla yorum yapmaya gerek yok. Medya konusuna gelince...Klopp Almanya'da tüm desteği arkasına almış, övgü üstüne övgü, teşekkür üstüne teşekkür...İngiltere'de böyle bir basın bulamayacak bu kesin. Medya'dan fazlasıyla etkilenen bir klüp başkanına sahip Chelsea...Üst üste 3 mağlubiyet ciddi anlamda bir güven problemi yaşatacaktır Klopp'a...
İngiliz futbolunun muhafazakar yapısını koruması isteğindeyim. Teknik Direktör öğütme fabrikası Chelsea'nın biraz İngiliz hocalara yönelmesi, Kariyerlerine iyi başlayan, dikkat çeken, kendine güvenen hocaların, Chelsea tercihi yapmadan evvel daha da tecrübelenmeleri gerektiği kanısındayım. Villas Boas benim için iyi teknik direktörler kategorisi'nde hiç olmadı. Olamayacak...
Üzüntüm Klopp adınadır...

2/24/12

Rising Sun Over The Europa!!!!

Yazılanlar, çizilenler ve yorumlayanları bir kenara bırakıp işin sadece materyal kısmı ile ilgilenirsek son yıllarda izlediğim en iyi forvet Emmanuel Emenike...Bank Asya ligi'nde karabükspor forması altında gol kralı olduğunda birçok futbolsever arkadaşımın yaptığı fantastik yorumlarla pek de ilgilenmemiştim doğrusu. Zira kalibre olarak Avrupa'daki diğer 2. liglere göre oldukça geride ve vasat bir lig'in istatistikleri beni çok da fazla ilgilendirmemişti. Takımını adeta tek başına Süper Lig'e çıkaran futbolcu olarak lanse edilmesinin ardından, kaldığı yerden devam eden görüntüsü ile, vasat takımını lig'de tutan oyuncu olarak dikkat çekti Emenike. Sadece attığı gol sayısı ile değil, attığı gollerin yapısı itibari ile de kaliteli bir kumaş olduğunu ispatlar nitelikteydi. Üstelik genç yaşı ve gelişime açık futbol yapısı ile sezon sonu, Lig'i şampiyon kapatan Fenerbahçe'ye de transfer olmayı başarmıştı.
Elbette Türk futbol tarihinin en olağanüstü sezonunu yaşayan bir dönemde, bu olağanüstü dönemin bir numaralı aktörü olan takımda, üstelik de usulsüz transfer edilmekle suçlanmasından ötürü talihsiz günler yaşadı, resmi olarak bir kere bile fomasını giyemediği Fenerbahçe'den aynı sezon içinde transfer edildiği paranın 1m Euro fazlasına Rusya'nın yolunu tuttu.
 

Aslında rus ligi futbol mantalitesi itibari ile bir forvet'in en fazla zorlanabileceği liglerden biri. Gerek savunma ağırlıklı futbolu, gerekse Avrupa'nın hiçbir bölgesine benzemeyen iklimsel yapısı futbolcuların çektiği en büyük zorluklar. Ancak işin enteresan kısmı ise Emenike'nin Spartak Moskova forması altında oldukça ekstrem bir futbol ortaya koyuşu ve bunun sonrasında yarım sezonda gösterdiği performans onun Avrupa'nın dev klüpleri ile isminin anılması...
Bir futbolcunun kariyerindeki en üst noktalardan biri sanırım Premier Lig'de forma giymek. Kariyeri henüz Karabükspor ve S.Moskova ile sınırlı olan bir futbolcunun adının şimdiden sezon sonu için Chelsea ile anılması hatta bazı kaynaklara göre transferinin neredeyse kesinleşmiş olması hayret verici doğrusu. Kağıt üstünde ne denli büyük forvetlerin uyum sağlayamadığı, başka liglerde deyim yerindeyse leblebi gibi gol atan forvetlerin uyum sorununu bir türlü aşamadığı bambaşka bir futbol kültüründe, Emenike'nin nasıl bir performans göstereceği elbette henüz bir muamma. Ancak beni asıl düşündüren olay Emenike'nin Chelsea'ye gidiyor oluşu. 
Bu sezonki facia görüntüsüyle klüpte tam bir kaos ortamı hakim. Emsal olarak gösterilebilecek bir Lukaku transferini sezon başında gerçekleştirip, henüz ondan yararlanmayı aklından bile geçirmeyen bir Villas Boas faciası yaşanmakta klüpte. Emenike'nin Premier Lig'de oynayanbilecek kalibre'de olduğunu düşünmekle birlikte, Chelsea klübünün Emenike için pek de doğru bir tercih olmayacağı kanısındayım...Elbette herşeyi zaman gösterecek..Ancak beni asıl üzen olay böyle bir futbolcunun halen Lig'imizde oynayabiliyor olma ihtimali, bizim onu canlı canlı izleyebilme ihtimalimiz var iken tecrübesiz ve kalitesiz bir medya yapısı ile elimizdeki önemli bir değeri kaybetmiş olmamız...

Blue Earthquake in England

Son oynanan Şampiyonlar Ligi maçları bana gösterdi ki, artık Avrupa futbolunda alışılmış, oturmuş bazı güç dengeleri değişiyor. Yıllardır kendi liglerinde ki durumları ne olursa olsun, iş avrupa kupası maçlarına gelince İngiliz takımları genelde üstünlüklerini kurar ve yarı finaller bazen FA Cup halini alırdı. Ama özellikle bu yıl işler değişti. Şu an Premiere Ligin tepesinde duran iki Manchester takımı da Şampiyonlar Ligi gruplarından çıkamadılar. Ciddi yatırımlar yapılmış, tecrübesi olmayan ve birinci torbadan Bayern Münih, dördüncü torbadan Napoli gelmiş bir grupta olmasından dolayı Man City'yi biraz anlarımda (aslında cok da anlamam), ManU'nun, Benfica ve Basel gibi takımların altında kalıp çıkamaması çok acaip bir durum! ManU'nun durumu olağanüstü bir durum olduğu için üzerinde fazla durmuyorum.

Beni asıl ilgilendiren, ilk kez Şampiyonlar Ligine gelmiş geçen yılın mükemmel futbol oynayan takımı Napoli ve son iki yıldır inanılmaz transferler ile fantastik bir takım haline gelen Man City'nin karşılaşmaları oldu. Napoli'nin iki maçtada oynadığı üstün futbol ve sonuçlar gösterdi ki İngiltere'nin en iyi iki takımından biri, İtalya dan gelen üç numaralı takım önünde dağılıyordu.  Üstelik bu sene Napoli de ciddi bir düşüş de olmasına rağmen... Bugün Man City hala lider ve büyük ihtimalle sezonu şampiyon bitirecekler. Napoli ise Serie A da liderden 13 puan geride altıncı sırada ve avrupa kupalarına gitmeleri bile zor görünüyor. Tam da bu noktada, konu kafama yerleştikten kısa bir süre sonra gruplar sonrası eşleşmelerde Napoli'nin Chelsea ile, Milan'ın da Arsenal ile eşleşmesi bende bambaşka bir heyecan yarattı... Chelsea bu sene liginde her ne kadar kötü bir görüntü sergilesede, elinde kalan en önemli  kulvarda kapasitesini sonuna kadar kullanacaktı. Aynı durum Napoli içinde geçerli olduğundan bu maçı fazlasıyla merak ediyordum. Ve yine Man City karşısında olduğundan daha da üstün bir futbol ile Chelsea yi 3-1 yenerek bana göre bu yıl Premiere Lig in aslında hangi seviyelerde olduğunu belgelediler. Bu bir çok açıdan çok önemli bir galibiyetti. Tabii ki bu maçın Stamford Bridge deki rövanşı da var ama ilk maçtaki futbolu gördükten sonra, bana göre Chelsea'nin turu geçme şansı yok!
Hatta o maçtan sonra Villas Boas'a da yol görünür diye düşünüyorum. Chelsea severler için gayet güzel bir durum oluşmuş olur. Mavi Napoli'nin, iki mavi İngiliz devinin karşısında yaptıkları İngiltere futboluna deprem etkisi yaratıp yıktıysa; merakla beklediğim bir diğer karşılaşmada Milan'ın Arsenal'e yaptıkları ise yıkım sonrası tecavüz oldu. Arsenal ki, tıpkı Liverpool gibi ligdeki durumu ne olursa olsun Şampiyonlar Liginde her zaman çok güçlü duruşu olan bir takımken... Şampiyonlar Ligi tarihinde ben Arsenal'in herhangi bir maçta bu kadar ezildiğini görmedim, duymadım. İşin ilginci özellikle son haftalarda Milan'da ciddi bir düşüş varken böyle bir görüntü ortaya çıkmış olması. Milan 4-0 (yazıyla dört - sıfır) kazanırken maçın sonunda bazı futbolcular buruk bir sevinç yaşıyorlardı. Ayrıca bu maçta Ibrahimovic'in insanlıkla alakası olmayan fantastik futboluda ayrı bir yazı konusu olur. O kadar fazla gol kaçırdılar ki, 4-0 yetersiz geliyordu. Maç boyunca Arsenal hiç bir şey yapamadı. Bu maçın da rövanşı formaliteden öteye gitmeyecektir.
Benim için durumu daha da ilginç hale getiren ise, bu yıl aslında Serie A'nın en iyi futbol oynayan ve lider takımının Juventus olması. Yani daha ortaya çıkmamış asıl kart duruyor. Yine bu yıl oynadıkları kaliteli futbol ve ligdeki durumları ile Udinese ve Lazio'nun önümüzdeki yıl avrupa kupalarına gitme ihtimali çok yüksek. Premiere Lige baktığı-mızda ise Totenham dışında ilk dört yine ManU, Man City ve Arsenal den oluşuyor. Liverpool yine ortalarda yok! Premiere Lig için durum yeterince açık ve vahimken, Serie A için her şey çok parlak görünüyor. Geçen sene Napoli rüzgarı eserken, bu takımın şampiyonlar liginde de değişik işler yapacağı tahmin ediliyordu. Bu sene aynı durum fazlasıyla Juventus için geçerli, hatta Udinese için de geçerli. Diger büyük liglere baktıgımızda, biraz Bundesliga dışında, böyle bir sirkülasyon görmek mümkün olmuyor. 

1/29/12

The Rise of The Zebra's


 
İtalya'nın gelmiş geçmiş en başarılı takımı Juventus... Zebralar bu yıl eskisi gibi.

2006 yılında yaşadığı tarihin en büyük (Calciopoli) şike skandalından sonra, şike ile alındığı belirlenen tüm haklarını (2 şampiyonluk ve şampiyonlar ligine gitme hakkını) iade ettiler. Serie B'den her şeye sıfırdan başlayarak taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan onurlu bir mücadeleye başladılar. Özellikle İtalyan futbolunu beğenen ve takip eden biri olarak bu skandal haberini ilk aldığımda Juventus a karşı olan tüm sempatim bir anda kaybolurken... Daha sonra ki süreçte önemli oyuncularının dünyanın en iyi klupleri tarafından ısrarla istenmesine ragmen, bazı büyük isimlerin Juventus da kalmaları ve mücadeleye devam etmeleri bende epic bir görüntü oluşturmaya başladı. Juventus a olan o ilk acımasız yaklaşımım yumuşamaya ve zaman geçtikçe yerini saygıya bırakmaya başladı. Del Piero gibi son yılların en orijinal 10 numaralarından olan bir adamın bu mücadeleyi veriyor olması bile benim için yeterli sebeptir. Juventus, her takımın kaldıramayacağı bir cezanın-bedelin altından beş - altı yıldır kalkmaya çalışıyor ve bana göre bu sene "işte şimdi başlıyoruz" mesajını ciddi ciddi veriyor. Seria A da bu sürecin ilk dört yılında Inter hegemonyası, son iki yılda Milan ın kendini bulması, geçtiğimiz senede Napoli nin  zirveye oynaması ve sonunda Juventus'un da katılmasıyla Seria A da bu yıl işler çok acaip bir hal aldı. Roma nın ilk dörde girme mücadelesi, Udinese nin bu seneki yüksek performansı işleri daha da kızıştıracaktır. Tekrar Serie A nın o eski, son haftaya kadar süren kıyasıya zirve mücadeleleri başladı. Özellikle bu haftalardan itibaren heyecan dozu ve gerginliği yüksek maç görmek isteyenlere, Serie A maçlarına göz atmalarını tavsiye edebilirim. İtalya da Juventus un bu yılı şampiyon bitirmesi bir çok dengenin değişmesine sebep olur diye düşünüyorum. Uyuyan devi uyandırmak gibi tanımlayabilirim. En son Juventus un ligi domine ettiği dönemleri bir düşününce Serie A sanki daha bir kaliteli, daha bir heyecanlıydı.  Belki bu yüzden Juventus un şu an dört puan farkla lider durumda olmasına heyecanlanıp böyle bir yazıya giriştim. Bilmiyorum. Ama bu seneyi Juventus un şampiyon bitirmesini ve bende apayrı bir yeri olan Del Piero'nun bu kupayı kaldırmasını görmeyi çok isterim. Altı yılın sonunda bu Juventus için çok anlamlı bir görüntü, Del Piero için de süper bir finish olurdu. 

Son dönemde Türkiye de yaşanan şike davalarının, bazı iddiaların futbola, takımlara ve taraftara olan negatif etkisini hiç kimse inkar edemez. Uzun süredir bloğa yazı yazılmamasının sebeplerinden de birisidir. En azından kendi adıma durum böyleydi. Ama bu yazıyı yazarken hissettiğim önemli nokta; ne kadar dibe batmış görünse de zamanla her durum anlamlı hale gelebilir. Eğer büyük bir takımsanız ligden düşmek ve her seye sıfırdan başlayıp tekrar en tepeye oturmak da çok ayrı bir durustur. Belki de kazanılmış bir çok şampiyonluk kupasından daha değerlidir.

1/27/12

The Gods Must Be Crazy...

Farklı bir analiz yapma isteğindeyim. 
Geçtiğimiz sezonun Fransa Ligi gol kralı bugün itibari ile kendini Fenerbahçeli yapan imzayı attı. Yani bir başka bakış açısı ile geçtiğimiz sezonun Fransa Ligi şampiyonu Lille, elindeki gol kralı forvetini satma kararı aldı. Bahsedilen miktar 10m Euro. Düşünülmesi gereken konu ise bu transferin gidişi hangi klüp için daha faydalı bir sonuca bağlandı.? 
Fenerbahçe'nin forvet ihtiyacı olduğu zaten çok açık. Sow'un Fenerbahçe'nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir performans gösterip gösteremeyeceği ise bir muamma. Ancak olayı bir de Lille cephesinden değerlendirmek faydalı olacak gibi...
Elinde dünya yıldızı diye adlandırılan iki oyuncusu vardı Lille'in. Biri çoğunuzun bildiği üzere Belçikalı wonderkid Eden Hazard... Duyumlar sezon bitimiyle beraber Avrupa devlerinin bu oyuncuyu transfer etmek için büyük bir yarışa gireceği. Diğer yıldız adayı Sow ise ara transferde kulüple ilişkisini bitirdi. Yani Lille bu transferin gerçekleşmesi ile bir anlamda Fransa Ligi için hedefini büyük ölçüde küçülttü. 
Büyük resme baktığınızda çok da mantıksız bir karar aldığını söylemek yanlış olur Lille kulübünün. Arap sermayesinin baskısını iyiden iyiye hissettirdiği Fransa Ligi'nde PSG'nin ortaya koyduğu performans, paranın hükmünün Fransa Ligini de hakimiyeti altına aldığının göstergesi. 
Yapılan transferler ve hala yapılmakta olan transferler ile Fransa Ligini hegomanyası altına almaya başlayan PSG karşısında diğer takımların yapacağı hamleler neresinden bakılırsa bakılsın yavan ve hafif kalacak bu açık. Kalburüstü diye adlandırılan birçok Fransız takımı artık sadece kendi klasmanındaki takımlarla rekabet haline giriyor yavaş yavaş. 
Rennes, Toulouse, St.Etienne, Lorient gibi klüpler için artık Fransa Lig'inin performans ligi haline geldiğini düşünmekle beraber, daha önce şampiyonluklarda ismi her sene geçen Lyon, Marsilya, Bordeaux gibi kulüplerin de bu gidişat dahilinde finansal stratejilerini ve transfer politikalarını bambaşka bir doğrultuda değiştirmeleri gerektiği fikrindeyim. 
Bu anlamda Moussa Sow transferinin sadece Lille adına değil Fransa Lig'i adına bir işaret olduğunu ve takımların büyüme stratejilerinin Arap Sermayesi karşısında sekteye uğradığının ispatı olduğu düşüncesinde yazımı noktalıyorum efendim...

Fireworks On The Soccer Field...


The Kid's Are All Right...

"ne çok iyi ne de çok boktansın, tıpkı tottenham gibi........."

İngiltere futbolun beşiği olarak adlandırılıyorsa şüphesiz ki o beşiğin merkezi Londra olmalı. Premier Lig'de an itibari ile 4 futbol takımı ile temsil edilen ve bunun yanında west ham, charlton, wimbledon gibi zamanında bu lige damga vurmuş takımları barındıran bambaşka bir futbol kültürüne sahip bu küçük şehrin futbol anlamında bana en enteresan gelen yapısı, temsilcisi olan klüplerin neredeyse tamamının kendine has spesifik özelliklerinin buluması. Arsenal sadakati, Chelsea zenginliği, Fulham mütavizliği temsil etti benim için her zaman. West Ham altyapı zenginliğini, Milwall holiganizmi ile öne çıkan klüpler oldu.
Bu zenginliğin içinde belki de en underrated klüp olarak adlandırılabilir aslında Tottenham. En kötü başladığı sezonlarda bile ivmesini mutlaka yakalayan, en iyi başladığı sezonlarda ise beklenmeyen ani düşüşlerle sevenlerini şaşırtan, her ne kadar istikarsız bir görüntüde olsa da aslında asıl istikrarı istikrarsızlık olan bir klüp sanırım. 
Herry Redknapp'ın gelişiyle beraber hedef büyüten ve para babalarının hakimiyetini sürdüğü, her sene bir başka klübün bir başka sermayeye peşkeş çekildiği İngiliz klüpleri arasında, işini layıkıyla yapan ender klüplerden aslında. 
Oyun yapısını ve oyuncu karakterini pek değiştirmeyen, yıldız transferleri altyapı oyuncuları ile süsleyen ve kendinden kağıt üzerinde çok daha kuvvetli takımlara karşı enteresan galibiyetler alan bir sezon geçiriyor Tottenham. Manchester takımlarının hegomanyasında geçen sezonun, Londra adına mücadele edebilen tek klübü sanırım bu sene itibari ile. 
Villas Boas kontrolünde uyum sorununu aşamayan bir Chelsea'nin ve sezonun ortasına gelinmiş olmasına rağmen yeni yeni futbol oynamaya başlayan Arsenal'in durumuna bakıldığında, başarı şansları düşük olsa da en yürekli ve mücadeleci futbolu oynayan Londra klübü...
Madrid'te gösterdiği performans ile bence başarılı sayılabilecek ancak taraflı ispanyol medyasınca günah keçisi ilan edilen Van Der Vaart ve avrupa futbolunun yakın zamandaki en yetenekli ortasahalarından Modric'in önderliğinde, kurulmuş olan Euro imparatorluğunun içinde yüreğiyle çırpınan kaliteli futbol takımı olarak adlandırmak pek de yanlış olmayacaktır kanaatimce. 
Önümüzdeki yıllarda major bir başarı elde etme şansları hala düşük görünsede yakın zamanda 2008 yılında kazanılan Lig Kupası gibi bir başarıyı beklemekteyim Tottenham'dan...
Elbette her transfer döneminde, ortalama bir ülkenin iç borcu kadar parayı transfere harcayan City ve Chelsea gibi klüplerin yanında işi çok ama çok zor gibi gözüksede, bu sene yakaladıkları başarının onlar için bir teminat olduğu tespitinde bulunmak ve yapılacak doğru birkaç hamle ile neden olmasın? sorusunu akıllara getirmek çok da büyük bir hayalcilik gibi gözükmüyor sanırım?

1/26/12

"And The New Season Starts Again"

Yoğunluk, sıkıntılar, dertler, iş ve güç halleri maalesef ki blog'a olan konsantrasyonu bir hayli düşürdü kendi adıma. Uzun bir "es" verdik...Ancak yeniden başlamak için daha iyi bir gün olamazdı sanırım. Dün oynanan "El Clasico" dan sonra blog'u tekrar başlatmanın ve yeniden fikir ve duygu paylaşımı yapmanın zamanı gelmişti diye düşündük nihayetinde. 
Bir Real Madrid sempatizanı olarak buruk bir başlangıç yapıyorum aslında... Zira uzun bir dönemdir Barcelona'ya karşı Kral Kupası kazanmaktan başka fiziki bir üstünlük sağlayamayan Mourinho'nun Madrid'i, ilk kez bu kadar üstün, bu kadar baskın ve istekli bir futbol oynadı El Clasico'da. Maçın özetini yapacak değilim elbette. Zira genelinde Real Madrid'in üstün olduğu ancak Barcelona'nın bir kez daha kaybetmediği bir kompozisyon vardı. 
Dikkatimi çeken ise artık "Barcelonalı"laşmak denilen olgunun zirve yaptığının net olarak ortaya çıktığını farketmem. 
Klasik futbol geyiklerini çevirdiğimiz esnada arkadaşımın sorduğu "maçı kim kazanır" sorusuna verdiğim yanıt geldi aklıma. "Real yine başa baş oynar ama oyunun hilesi yine maçın sonucunu belirler" demiştim. Sanırım söylediklerimde de pek yanılmadım. 42 dakika boyunca neredeyse tek bir atak geliştiremeyen Barcelona'nın yine yeni yeniden Messi ile 2 dakikada skoru 2-0'a getirmesi, benim gibi bir Real sempatizanının bile şaşırmadığı hatta kabullendiği bir durum haline geldi. 
Öyle bir hile, öyle bir "bug" ki Messi denilen bu insanüstü, artık taraftarların bile Real'e kızamadığı bir çaresizlik haline getirdi bu Derbiyi. 
Yine yeni yeniden Barcelona, Real Madrid'e üstünlük sağladı. Ve yine yeni yeniden Messi sahadaydı...